http://ahmetturanalkan.net/yazi/turkcenin-kurani-belkemigi/
türkçe'nin belini kırma gayretlerinin esbab-ı mucibesini işaret eden bir ifade.
(sirkencubin, 05.05.2003 09:19)
ilim lisanı meselesi ile karıştırılmaması gereken anlayış. ilim terimlerine nisbetle, kültür diline ait kelimelerin başka kelimelerle ikame edilmeleri* daha zordur. bir milletin kültür dünyasında yer etmiş kelimeler başka kelimelerle kolayca yer değiştirebilecek sökülür takılır oyucaklar değildir. her birinin ayrı bir çağrışım halesi bulunur; deyimlerde, atasözlerinde, vecizelerde yer etmişlerdir, şiirler başta olmak üzere sanat eserlerinde kullanılmışlardır. bir çoğu zamanla temel mânâsının yanında mecazî mânâlar, yan mânâlar kazanmış, söyleyiş inceliklerinde yer edinmişlerdir. bir kelimeyi söküp aldığınız zaman, yerinde bıraktığı boşluğu kolayca dolduramazsınız. meselâ mehtab ve dolunay kelimelerinin ikisi de bizimdir, ikisi de güzeldir. ama mehtabı silip dolunayı yalnız bıraktığınızda heybeli mehtapları*, boğaziçi mehtapları* gücenir, silinir giderler.
bizim eski medeniyetimiz ve bu çerçevede meydana getirdiğimiz kültür, din mihveri* etrafında şekillenmiştir. kur'an kaynaklı kelimeler dil içindeki nirengi noktaları olarak bir araya getirildiklerinde, bu dilin belkemiğini teşkil ederler. mesafeler bu kelimelerden tayin edilir, yön bu kelimelerle bulunur. sabrı, şükrü, hüsranı, imanı, ameli, hakkı atarsanız yerlerini ne ile dolduracaksınız? kimse kimseye belkemiği veya omurga yerine amud-ı fıkarî demeyi teklif etmiyor. ancak hamda, istikamete, nimete kastedenler, bu dili ebter* eyler.
not: teklif etmek yerine önermek diyebilir miydim? deseydim aynı zamanda külfetten de bahsetmiş olmazdım. kelimeleri yerli yerinde kullanmakla mükellefiz. anlayana...
(sirkencubin, 06.05.2003 09:33 ~ 02.07.2003 14:52)
milletler dilleri ve kültürleri ile birlikte gelişir. gelişmek bir yandan değişirken, diğer yandan kendisi kalmak demektir. canlıların gelişmeleri sırasında kendileri kalmalarını sağlayan genetik kodları gibi, milletlerin de tarih içindeki devamlılığını sağlayan kültür kodları vardır ve lisan bu kodların en mühim taşıyıcısıdır. batılı milletler, grek bilimini, roma hukukunu, hristiyanlığı terk edeli çok olmuştur, ama bu toplumlardan devraldıkları kültür kodlarını yaşatmaya devam ederler, çünki kimlik şuuru bu tür unsurlarla meydana getirilir. ateist bile olsa hiç bir batılı, "ben hristiyanlık dilinin kelimelerini bilmek mecburiyetinde değilim" demez. batılı bilim adamı bilim dili olarak anadilini kullanır, ama nasıl bir anadil? bütün bilim "nomenklatür"ü grek ve latin dilinin teşkil ettiği temel üzerine kurulmuştur. tarih içindeki devamlılığını sürdüremeyen milletlerin her yeni nesli, eskinin tecrübesinden faydalanamayan, adeta tarih sahnesine yeni çıkmış bir milletin ilk nesli gibi yaşayan, her şeye baştan başlamak mecburiyetinde kalan nesiller olacaktır. nesiller arasındaki irtibatı dil kurar ve dil canı sıkılanın müdahale edebileceği bir şey değildir. mesele hacıemminin araplarla anlaşabilmesi meselesinden önce, torunu ile anlaşabilmesi meselesidir.
arapça konuşan birinin "bayram"ını tebrik ederseniz, gerçekten de sizi anlamayabilir. ama ister bayram olsun, ister ıyd olsun, siz kutlamak yerine "tebrik" etmişseniz, hele o gün bayramsa, pekâlâ anlaması da mümkündür. firuzağa camiinde karşılaştığınız bir arap, size "i have no sabır" dediğinde (adam aynen böyle demişti) onun ne kastettiğini gayet iyi anlıyorsanız, bu her ikinizin de sabrın ne olduğuna dair bir fikriniz bulunmasındandır. ortak kelimeler, ortak mefhumlar, ortak bir düşünce çatısı: aynı belkemiğini paylaşan dilleri konuşan insanlar elbette daha kolay anlaşacaklardır. bu insanlarla anlaşamamayı tercih etmeniz bir şeyi değiştirmez, kimliğiniz asla yakanızı bırakmayacaktır.
anlayamamak cüretkâr olmayı intac edebilir: o zaman söz arasına kelime karıştırmakla, bir metnin çatısını belirli mefhumlar üzerinde kurmak arasındaki farkı idrak edemediğiniz halde ulemayı itham etmeniz kolaylaşır. dudakları arasına aldığı bir iğne ile, içinde belirli seslerin hiç geçmediği kelimelerden ibaret mısralar düzebilen halk aşıklarının maharetine bile sahip olsanız, belirli kelimeleri kullanmadan, bu kelimelerin işaret ettiği mefhumlara başvurmadan bir bahsi aktaramayacağınız sahalar vardır: sayı ve işlem manasına gelen kelimeler kullanmadan matematik anlatmaya çalıştığınızı düşünün. ulema herhalde delil kelimesini kullanmadan fıkıh, nüzul kelimesini kullanmadan tefsir veya rivayet kelimesini kullanmadan hadis ilmi ile iştigal edemezdi. ancak bu ilimlerin tedris ve tederrüsünden de evvel, türkçe'nin kur'anî belkemiği bahsinde anlatılan, sözkonusu kavramlarla dolayısıyla kültür dünyamızla ünsiyeti olmayanların "bize" ne kadar yabancı kalacaklarıdır. türkçe'nin tabiî seyrine burnunu sokan, gül gibi kelimelerimizi unutturmaya çalışıp yerlerine garabetler yerleştirmeye çalışanlar, bu nafile çabanın neticesinde kuyruklarını kapıya sıkıştırmış gibi komik olabilirler, tecvid ahengi günlük konuşmasına da sinmiş bir molla en fazla sevimli olur. iki buçuk entel bozmasıyla alimleri bir kefeye koymak insaf değil.
ne söylediğini bilmek isteyen herkes, kolayca öğrenebiliyor. bir kaç dua ve sureden başka arapça metinlerle işi olmayan bir müslümanın, bir namaz hocasını açıp meallerini okuması zor değil. tenkid edilecek taraf insanların öğrenmeye gönlünün olması, dil yüzünden öğrenmenin önüne aşılmaz engeller çıkması değil. hele ki adam merak etmiş mi "ben acaba ne diyorum bu namazda" diye, haberdar olmaktan, bihaber olmaktan bahsedebilelim? samimi olmak ise her zaman bir meziyettir. samimiyet ile şuur bir araya geldiğinde ise "yağlı ballı" bir lezzet olur. söz öğrenmek bahsine gelince, terimler neye benzemeli bunu da düşünmek gerekir. bir terim istikrarlı olmalı, her canı sıkılan değiştirememelidir. bir terimin mânâsı üzerinde mutabakat olması gerekir, herkes onu söylerken aynı şeyi kastediyor olmalıdır. bir terimin mânâsı tarifi ile bilinir, çağrıştırdıkları ile değil. eskiler kelimelerin lugat mânâları ile ıstılah mânâlarını ayrı tutardı. bir ıstılah lugat mânâsından çok farklı bir şeyi ifade ediyor olabilir. "yangı" size ne çağrıştırır? tarifini bilmezseniz, enflamasyon veya iltihab kelimelerinden daha doğru bir şey anlatmaz. kafada beliren hayaller bazen yanlış anlaşılmayı da beraberinde getirir.
bugünün türkçesi denilen dublaj türkçesi ve sokak argosu halitasından başka dil bilmeyenlerin dîvan şiirini anlayamayışı beklenebilecek bir husustur, ancak kendi dilini öğrenme gayreti olmaksızın aydın geçinmek kabul edilebilecek bir şey değildir. bırakın dîvan şiirini, yahya kemal'i bile anlayamıyorsanız bu sizin ayıbınızdır, dile çamur atmayın. aslolan -gerçekten- anlayabilmekte; yunus emre kur'an kelimelerini halk içinde kullanmaya başlayan ilk kişilerdendir, kendi dillerinden nefret eden ve kelimelerini "o arapça, bu farsça" diye ayıklamaya çalışarak bu dili kuşa çevirenler, anadilleri ile irtibatı kopan yeni nesillerin yunus emre'yi bile anlayamamasına sebep olacaklarını idrak edemiyorlar. ister müslüman olun, ister olmayın, ister kur'anla ünsiyet halinde olun, ister olmayın, bu dili bilmeniz gerekiyor. anlamıyorsanız bu kendi kabahatiniz.
(sirkencubin, 06.05.2003 13:42)
gerçekten de mesele "biz" kelimesini nasıl dolduracağımız meselesidir. güzel yurdumdaki boğazlaşmaların ekseriyetinin kökünde bu kimlik meselesi yatmaktadır. türk kimliği elbette arap kimliğiyle örtüşmez. biz bize benzeriz, kiminle neyi paylaşmış olursak olalım. ancak kanaatim odur ki, kimlik meselesi üzerinde fikir yürütürken köylü-şehirli, türkmen-osmanlı gibi ayrımları çok ciddiye almak hata sebebi olabilir. erol güngör merhumun dediği gibi, aralarındaki fark derece farkıdır, mahiyet farkı değil. tam da bu sebepten taşra diliyle osmanlı dilini ayrı saymak doğru olmaz. bugün nasıl sokaktaki insanın kullandığı kelimelerden fazlasına müracaat etmeden bilim, sanat, düşünce yazıları yazmak mümkün değilse, eski devrin aydınları, alimleri de kendilerine mahsus bir dil ile meramlarını ifade etmişlerdir. diğer yandan elit dili-halk dili diye bir noktada bıçak gibi kesilen bir ayrım da söz konusu değildir. "dîvan dilinin" saray çevresinde sıkışmış dar bir çevrenin dili olduğu hep tekrarlana gelen bir yavedir ve maalesef bu iddiayı kabul edenlerin bir çoğu baştan hüküm vermiş olduklarından, bu dille yazılmış eserleri incelemeyi, bu kültürle biraz da olsa aşinalık kurmayı düşünmezler ve yanılıp yanılmadıklarını görme fırsatını kaçırırlar.
maalesef kendi dilimizle irtibatımız o derece de koparılmıştır ki, lise seviyesinde eğitim almış biri ağdalı bir dille ağdalı olmayanı birbirinden ayıramaz hale gelmiştir. gerçekten de osmanlı edebiyatında gösteriş sevdasının haddi aştığı ve metinlerin anlaşılmaz bir hal aldığı bir dönem olmuş, ancak tanzimat döneminde başlayan sade türkçe yazma akımı ile büyük oranda bu bela bertaraf edilmiştir. servet-i fünun devrinde tekrar bir özenti başlamış, ancak millî edebiyat ile türkçe tabiî kıvamına dönmüştür. ve elbette her şivenin, her ağzın edası, tavrı kendince güzel. horaz diyenin ahengini de kimse dayatmadı bize, cebe ali'yi cibâli yapanın ahengini de.
mesele arapça metinler meselesi değildir. memleketimizde din eğitiminin hal-i pür-melâli ayrı bir başlıkta uzun uzun irdelenebilecek bir husustur. mesele türkçe içerisindeki "cadı avı" misali kökenlerine göre kelimelerin tasnif ve tasfiye edilmesi işinin (soykırım diyebilir miyiz buna? holocaust mu diyorlardı? galiba.) din, kültür, kimlik gibi kavramlarla bağıntısını işaret etmektir.
hukuçuların iktidarı komplosu hakkında bir malumatım yok. olabilir, belki de öyledir. ama bildiğim husus şu: öztürkçe olduğu iddia edilen dil, ifade bakımından oldukça kısır ve insanlar dertlerini anlatabilmek için başka vasıtalara başvurmak mecburiyetinde kalıyorlar. bu ya tıp örneğinde olduğu gibi grekolatin terminolojisi oluyor, ya bilişim örneğindeki gibi ingilizce oluyor, ya da hukuktaki gibi "osmanlıca" oluyor. türkçe bilim olur mu olmaz mı? olsa iyi olur, ama genel kültür hayatının dili ile terimler konusu ayrı ayrı değerlendirilmelidir.
görebildiğim kadarıyla, türkçe üzerindeki hassasiyetini izhar edenler pek de suudluları herhangi birine tercih edecek kişiler değil. daha düz söylemek gerekirse suud meraklılarının hiç de derdi değil türkçe. inançlarını paylaşmasam da, anadolu alevilerini elbette "biz" kavramı dahilinde görürüm ve onların da öyle görmesi beni sevindirir, türkçe'ye el birliğiyle sahip çıkmak kıvandırır.
dîvan edebiyatını anlamamak anlaşılır bir husustur. cephe almak veya sırtını dönmek de öyle, ama yanlıştır. sırf redd-i miras için olsa bile, reddedilecek mirasın ne olduğunu bilebilmek üzere biraz göz gezdirmek gerekir. işin esası, milletinin bin senelik kültür mirasını tanımak ve benimsemediği noktalarını eleştirebilecek kadar olsun anlayabilmektir. aydın bir türk'ün orkun abidelerinden başlayarak bütün türk yazılı mirası ile aşinalığı olmalıdır. ancak bu suretle dilin ve kültürün tarihi seyrini takip edebilir. osmanlı saraylarını rüyasında bile görmemiş pek çok kişi bu dili anlıyordu. koca bir coğrafyanın her noktasında her insan, bu kültürün dilini kültür meseleleri ile ilgisinin derinliğine göre değişen bir nisbette anlıyordu. osmanlı devletinin sınırlarını aşan bu dil, tebriz'de de anlaşılıyordu, delhi'de de, kaşgar'da, semerkant'ta ve bahçesaray'da da. bu dile yönelen oklar aslında bütün bu ülkelerde yaşanan kültürü ve bu kültürün temel dinamikleri arasında en başta gelen dini hedef almaktadır.
kutlamak kötü bir kelime değildir, dilde yaşamasına itiraz etmek, bu kelimeye savaş açmak mânâsızdır. ancak kutlamak kelimesinin tebrik etmek kelimesinin yerini alabileceğini sanmak da hatalıdır. bereket kavramının islamî muhtevası çekilir gider aradan. kutlamak tabirini kullananların eski türklerdeki kut kavramı ile ilgili bir kavrayışın neticesinde bu kelimeyi tercih etmeleri bile yenilir yutulur bir hal olabilirdi, ama ekseriyetle "aman şu arapça, farsça şeyler olmasın da, ne olursa olsun" görüşü revaçtadır.
bugünki toplum türkçe konuşamamakta, bilhassa da okuyup yazamamaktadır. sade türkçe'nin en ateşli savunucularından ziya gökalp bile anlaşılmaz hale gelmişse eyvahlar olsun. kaldı ki kanaatimce, mesela cevdet paşa da türk aydını için çok önemli olması gereken bir kişidir ve aydın efendilerin anlayabilmesi gereken bir kişidir. afedersiniz ama, sizin bildiğiniz "türkçe", bilumum kalburüstü türk şair ve yazarlarını anlamaya yaramıyorsa ne işe yarar ki? adına "türkçe" dediğiniz şu dille nutuk (atatürk'ün nutuk'u tabiî) bile deşifre edilemiyorsa ne derde deva olacak ki? türkçe olduğunu iddia ettiğiniz şu dili marketten almış olsaydım üç vakte kalmadan iade edip paramı geri isterdim. önemli olan anlayabilmek, anlatabilmek. milletimin klasiklerini anlayamıyorsam, meramım gündelik ihtiyaç seviyesini aştığında ifade vasıtam teklemeye başlıyorsa, yabancı dillere başvurmadan "ikinci, üçüncü dereceden" derinliği olan bir bahsi yazıp çizemiyorsam, dil dediğiniz bu meret ne halta yarar ki? biz bize anlaşabilmenin sınırını çok dar çizmemek lazım. yunus balıkları ve şebekler de aralarında pekâlâ anlaşıyorlar. borneo yerlilerinin dili neye benzer hiç bilmiyorum, ama onlar da anlaşıyorlardır. bizim anlaşma vasıtamız onlarınkinden biraz daha üst mertebeden olsa fena mı? üstelik bu bizim "öztürkçe" sadece bir anlaşamama vasıtası. bu da böyle bir kültür bilinci işte, kendine göre.
amacım kimseyi cehaletle suçlamak değil, haddimi aşmak istemem. ancak dilimizin giderek kadük edilmesi acı, çok basit kelimelerin bile anlaşılmıyor olması ise eğitim sistemimizde ve kültür meselelerinde bakışımızda ciddi arızalar olduğunun işareti. nezaket sahibi birinin samimiyeti ise sadece hoşa gider ve makbuldür...
(sirkencubin, 07.05.2003 01:02 ~ 10:03)
meseleleri siyah-beyaz mantığının basitliğine sığınarak "değerlendirmek" muhakemenin hamlığına delalet eder. ileri-geri tartışması da bunun misallerinden biridir. eskinin kötü, yeninin iyi kavramlarıyla eşanlamlı olarak kullanılması meseleleri, gereken derinlikte ve komplekslikte ele almaya engel olur. muhakemenin -kişi gereken kapasiteye sahip olsa bile- gelişememiş olmasında dilin de rolü vardır. düşünce dil ile başbaşa ilerleyen bir faaliyettir. dilde yenileşme, eğer dilde sığlaşma mânâsına geliyorsa, elbette aynı zamanda da düşüncede sığlaşma demek olacaktır. dilde yenileşme aynı zamanda geçmişle, toplumsal hafıza ile bağlantının kopması ise, tefekkür için gerekli nirengi noktalarını kaybeden kişiler şuuru burkulmuş aydınlara dönüşecektir. ülkemizde aydınsı olmak, aydın olmaktan daha yaygın bir hal ise, bunun sebeplerinden biri de dile yapılan müdahaleler neticesinde muhakeme melekesinin de baltalanmış olmasıdır. bu sağa, sola, yahut, islamcılara, türkçülere, batıcılara mahsus bir hal değil. bu zümrelerin ekseriyeti -derece farkları göz ardı edilirse- türkçe bilmiyor, bu yüzden münakaşalar, münazaradan ziyade kör dövüşü tarzında sürüp gidiyor. iletişim kurabilmek elbette çok önemli. ama bunun için önce iletişime konu olabilecek bir bilgi ve düşüncenin ortada olması lazım. kadük edilmiş bir dille sağlıklı düşünemeyeceğiniz için, bir şey aktarıp aktaramadığınız gibi bir mesele de ortada kalmaz. neyin iletişimini yapacaksınız? ortada ifade edilebilecek bir meramın olabilmesi için de, ifadenin anlaşılabilir olması için de hepsinden önce, hep beraber oturup türkçe öğrenmemiz gerekiyor. islamcılık tartışması bu başlığın sınırlarını aşacak bir konu olması bir yana, henüz tetkiklerimin tamamlanmamış olması sebebi ile fazla ahkâm kesmek istemediğim bir bahis. ancak bu gruptakilerde oluşmuş bulunması mümkün ve muhtemel deformasyonların sebeplerinden birinin de cumhuriyet döneminde din eğitiminde yaşanan aksamalar olması bir yana, bu kesim de dildeki sığlaşmadan nasibini alarak düşünce cihazı dumura uğramaya yüz tutan kitlelerin dışında değildir, bunu söylemeden geçmemek lazım.
şu hususu akıldan çıkarmamak gerekir: osmanlıca diye bir şey hakikatte mevcut değildir. elbette ki aydınlar, elitler zümresinin kullandığı dil, gündelik lisandan daha farklı kelimeler ihtiva edecektir. tarihimizin bir döneminde bu seçkinlerin işin suyunu çıkardıkları ve dili anlaşılmaz, düşünme faaliyetini engelleyen bir halita haline getirdikleri doğrudur. ancak bu çok gerilerde kalmış bir hadisedir. diğer taraftan "türkçe'nin kur'ânî belkemiği" sadece seçkinlere has bir jargon için geçerli bir mefhum değildir. aksine aynı dili konuşan her halk kesimini ilgilendiren bir husustur. haydi, dîvan şairlerinin hûblarını, bezmlerini kaldırıp attınız, halk âşıklarının sazlarından dökülen gülleri, bülbülleri ne yapacaksınız? nimet bir halk kelimesi mi, seçkinlere has bir kelime mi? yoksa hamaldan* şeyhülislama varıncaya kadar bütün bir milletin benimsediği bir esprinin ifadesi mi? tekke edebiyatından ibaret olmayan halk edebiyatı da reddedilen kelimelerle örülüdür. söz konusu olan, sadece dinî pratik değil, dinin cemiyet hayatının her safhasında kültürün meydana gelmesine yaptığı katkıdır.
uydurma kelimelere gelince, dil devriminin temel kaynağı olması beklenen tarama ve derleme faaliyetlerinin, bir şeyleri "devirebilecek" hızda ilerlememesi sebebiyle, devrimciler daha çok türetme yoluna başvurmuşlardır ki, usulüne uygun olmayan türetmelerle üretilerek teklif edilen/ dayatılan kelime kadrosu ciddi bir oranda uydurmadır. mesela uygarlık, uygur kelimesinin tahrif edilmesi ile elde edilmiş gerçekten uydurma bir kelimedir. başka uydurma kelime örnekleri görmek isteyenler, türkçe'den ingilizce'ye redhouse lugatinde neol(ojisme)* kısaltması ile işaretlenen kelimeleri arayabilirler. atatürk'ün belirgin bir şekilde geri adım attığı -zannederim- tek reform olan dil devriminin bir atatürkçülük meselesi olarak algılanması da ilginçtir. (şimdi "höt, densiz! atatürk geri adım atmaz!" diye celallenecek birileri çıkabilir, ancak onlara sadece ölülerle aptalların fikir değiştir(e)mediği hakkındaki sözü hatırlatmakla yetineceğim. atatürk'ün dilin bir çıkmaza girmiş olduğu ile ilgili olan, muhtemelen falih rıfkı atay'a söylemiş olduğu ve bir ihtimal bu yazarın çankaya adlı eserinde geçen beyanını ise kaynağı tam hatırlamadığım için hatırlatamayacağım.)
ukalalık elbette hiç bir kesime mahsus değil. anlaşılmazlık perdesini bir kalkan olarak benimsemek, sadece insanlara tepeden bakarak ego tatmin etmenin bir yolu değil, bu aynı zamanda düşünce sefaletinde düşülen derekeyi gizlemenin de bir yolu. boşverin onları, ne isterlerse yesinler.
not: 1- miftah meselesi zannederim tam anlaşılmadı. elbette kimse türkçe kelimelerin arapçalarını bilmekle mükellef değil. bu daha ziyade bir kültür meselesi. dil ve din eğitimi rayında ilerleyebilmiş olsaydı, muhtemelen pek çok kişi bir vesile ile bu kelimeyi öğrenmiş olabilirdi. yoksa ortada ayıplanan bir şey olmasa gerek.
2- kendini sorgulayabilmek güzel bir meziyet. ancak bunun için de, fikir alışverişinde bulunulan kişilerin ilericilik-gericilik skalasından daha iyi bir şeyler sunarak karşılarındakilere yardımcı olmaları gerek.
3- "kötü söz" göndermesinin nereye gittiğini kestiremedim, ama yersiz ve kötü bir şey söylemiş isem, kabul ederim, benimdir.
(sirkencubin, 02.07.2003 13:43 ~ 14:01)
hamd, allah, rabb, âlem, rahman, rahîm, mâlik, yevm, din, ibadet, istiane, hidayet, sırât, istikamet, nimet, gayr, gazap, dalalet kelimeleri ile aranızda bir yabancılık mı var? yabancı olan kelimeler değil, sizsiniz. mesele budur.
(sirkencubin, 02.07.2003 14:35)
türkçe'ye arapçadan değil, kuran-ı kerimden kelime geçmiştir.
YanıtlaSiltürkler "dünyaya gelir" mesela.
türkler "kul-lanır" mesela.
türkler "kaza" geçirir mesela.
türkler kötü söze "küfür" derler mesela.