31 Ekim 2011 Pazartesi

provokasyon gerekçeli hukuk ve demokrasi yorumu / ekşi

bir yanda özgürlüklerin kısıtlandığı bir baskıcı toplum senaryosu, diğer tarafta iç savaş senaryosu. bunlardan birine katlanmak zorunda mıyız? hassasiyetleri göz önünde bulundurmak çok mu abes? hayır, çıplak ve çiğ bir hukuk anlayışı ile yetinmek yerine üzerine bir incelik tabakası eklemekle pek çok sorun aşılabilir. ancak özgürlüğün insanların asabını ayağa kaldırma hakkı olarak anlaşılması, provokasyon fikrinin hasır altı edilmeye çalışılması işleri zora sokuyor. demokrasi sadece başkalarına tahammül etmek değil. başkalarının tahammülünü zorlamamak ile bir arada olmazsa üç adım bile yürümez. son hadiseler münasebetiyle görüyoruz ki aydınlarımız farklı farklı algı evrenlerinde yaşıyorlar. insanları savunmadıkları tezlerle yargılamak da bunun bir sonucu galiba.

insanların linçi meşrulaştırmaya çalışmaları ile ilgili ithamlar haklı değil. bir şeyin doğru olması ile beklenebilecek bir şey olması arasındaki farkı idrak etmek bu kadar zor olmasa gerek. bildiri dağıtma eyleminin özünde bir suç olduğundan bahsedilmiyor olmasına rağmen, savunma mutlak anlamda bildirinin savunması noktasında takılıp kalıyor. bildiri dağıtma eylemini masum göstermeye çalışırken sürekli soyut ve mutlak bir bildiri dağıtma kavramından hareket ediliyor. kim, ne zaman, nerede, ne şekilde ne yapıyor diye düşünmek gerek halbuki. insan çok yorgun ve uykusuz olduğu zaman, başka bir şeylere sinirlenmiş olduğu zaman, otuz işin içinde kaybolduğu zaman, yahut çok neşeli olduğu zaman muhatabının aynı değerdeki bir davranışına farklı tepkiler verebilir. eğer bir hareket yapmadan önce, işlemleri omurilik seviyesinden korteks seviyesine taşımayı başaracak zamanınız olursa, yapmak üzere olduğunuz hareketi değerlendirip tashih edebilir ve iradenizi kullanabilirsiniz. ama boş bulunup ilk andaki tepkinizi eyleme yansıtırsanız, karşınızdaki insanı kırmanız da mümkün olabilir. sonra ne kadar üzülseniz de fayda etmez. toplumsal olaylarda bu kortekste değerlendirme safhasının oluşması çok daha zor. kitlenin ortalama tepkisini en ilkel olan belirliyor, zincirleme reaksiyon insanlara ne yaptıklarını düşünecek fırsat bırakmadan eyleme geçme dürtülerini harekete geçiriyor. insanın hareketlerini ilkel dürtüleri ile değil, akıl ve vicdanı ile yapması elbette istenen ve beklenen durum. ama insanların zaman zaman akıl ve vicdanlarını hiç kullanmadan dürtülerine teslim oldukları da bir gerçek. önemli olan insanların dürtülerinin kontrolüne geçebilecekleri şartları yaratmamak. bu şartlar tek taraflı oluşturulmamış olabilir, ama her basamağı önemlidir. elimizdeki örnek vak'ada bildiri dağıtma eylemi gaz dolu bir odada çakmak çakmak gibi etki ediyor. odanın gaz dolu olması yanlış, çakmağı çakanın suçu değil belki. ama sonucu ortaya çıkaran olaylar silsilesinde çakmağı çakanın payını inkar etmek de gerçekçi değil.

bildiriyi basit bir fikir beyanı olarak görmeyi hatalı buluyorum. eğer bildiri yazma tekniklerinde son günlerde bir değişiklik olmadıysa, bildiri bir fikir beyanı yöntemi değildir. insanlar fikir paylaşımında bulunmak için bildiri dağıtmaz. bildiriler slogan cümleleriyle yazılırlar. slogan fikir değildir. bildiri dağıtmak bir eylemdir. ha, insanlar sağı solu bombalayarak eylem yapacaklarına bildiri dağıtsınlar, ama şartlar sorun olmaması gereken şeyleri sorun haline getirebilir. ortada olan "etki: fikir, tepki: korku" değil, "etki: tavır koymak, tepki: öfke" şeklinde. insanların bildiriye karşı vermesi gereken normal tepki bildiri dağıtanı dövmek değil, yırtıp atarsınız, bildiri dağıtmakla yollar aşınmaz normal şartlar altında. ama anormal şartlar olunca bildiri dağıtmak kötü planlanmış bir eylem özelliği de gösterebilir. eğer bu gençler sırf masum bir şekilde fikirlerini, o fikirlerden haberdar olmayan insanlara iletmek amacıyla hareket etmişlerse, bu amaca ulaşmak için en sapa yolu seçmişler demektir. halkın örgüt ve fraksiyonlar arasındaki farkı algılayamıyor olması, öncelikle, sonuca bakıp hareketlerini yeniden gözden geçirme lüzumu hissetmeyen örgütlerin sorunu. karşınızdaki insanlara bir şey anlatmaya çalışıyorsunuz, anlamadıkları zaman da bütün kabahati onların idraksizliğine yıkıyorsunuz. insanların mesajlarını iletmek için en ters metodları seçerek bu yolları inatla savunmaları trajik. bildiri dağıtırken herhangi bir vatandaş olarak herhangi bir hakkınızı kullanmıyorsunuz. siyasi bir topluluğun temsilcisi olarak siyasi eylemde bulunma hakkınızı (örnek vak'ada usülsüz şekilde) kullanıyorsunuz. siyasi bir topluluğun temsilcisi olarak siyasi eylemde bulunma hakkınızı kullanırken paşa gönlünüzden önce toplumsal dinamikleri göz önünde alarak eyleme geçmeniz gerekir. hayat paşa gönlünüzün hatrını saymayacak kadar acımasız maalesef.

hangi şartlar sorusuna da kabaca şunları söyleyebiliriz: insanları derinden yaralayan terör eylemlerinin tekrar hortlamaya başladığı, toplum içi dengelerin karşılıklı rahatsızlıklara gerginleştiği, uluslararası dengelerin insanları ülke için gelecek endişesine sevk ettiği, üstelik çok kısa bir süre önce trajikomik bir senaryonun yaşandığı günler. senaryo şu: bir kaç kendini bilmez eliyle bayrağa karşı saldırı şeklinde bir provokasyon ortaya kondu. başka birkaç kendini bilmez (daha ziyade medya oluyor bu) bu etkiye verilmesi gereken tepkinin çok ötesinde bir tepkiyi ortaya çıkaracak şekilde propagandaya başladı. bayrağın durumu kanunda belli. bayrağa hakaretin cezası da kanunda yazıyor. bu cezanın ötesinde toplumsal ayaklanma ile tepki vermek sağlıklı değildi, ama bu sağlıksız tepki körüklendi. nihayet bir bayrak asma eylemi tepki olarak ortaya kondu. insanlar nasıl da kolay gaza gelebildiklerini gösterdiler. şimdi ikinci vak'ayı ilk vak'a ile karşılaştıralım. ilk safha bayrağın çiğnenmesi, bunun karşılığı bildiri dağıtma eylemi. bayrak çiğnemekle bildiri dağıtmak eşdeğer hareketler değil elbette, ama etki-tepki, sebep-sonuç zincirinde benzer rol oynamış bulunuyorlar. ikinci safha medya gazı, bunun karşılığını insanları bayrak yakılıyor diye gaza getiren kişilerin fiili. üçüncü safha gaza gelindiğinin gösterilmesi ve abartılı bir tepki ortaya konması, ilk vak'ada bayrak asma eylemi, ikinci vak'ada linç girişimi. bu tablonun her üç safhasında da yanlış olaylar oluyor, birini temize çıkarmaya çalışmak olup biteni anlamadığımızı gösterir.

haklarınızı kullanmanızın engellenmesi suçtur, ama bazen hak kullanmak da suça teşvik halini alabilir. "hayır efendim tahrik olmasınlar, var öyle bir hak" demek anlamlı değil. maalesef hak kullanımı karşısında tahrik olmamaları gerektiğini bir milyon defa daha söyleseniz yine de etkisi olmayacaksa, hangi hakkınızı nerede kullanacağınızı bir kere daha düşünmeniz gerekir. üstelik herhangi bir vatandaş olarak herhangi bir hakkınızı kullanmıyorsunuz, siyasi eylemde bulunuyorsunuz, sonuçlarını otuz kere düşünerek hareket etmelisiniz. etmiyorsanız, ben de nereden icap etti de bu insanlar bu haklarını bu şekilde kullanmayı tercih ettiler diye sorgulama ihtiyacı hissederim. etkinin hukuka uygun olması ve tepkinin hukuk dışı olması bir şeyi değiştirmez. farz edin ki polis durdurdu beni, ellerim havada. kimliğimi çıkarmak için ani bir hareket yaptım, silah çekiyorum sandı ve kafama sıktı kurşunu. polis suçlu mu? silahsız bir insanı vurdu, bu hiç de kabul edilebilir bir şey değil. peki benim kusurum yok mu? ani hareketimin neye yol açabileceğini hesaplayıp hareket etmem gerekmez mi? polisin haksız olması ve benim haklı olmam kötü sonucu geri çevirebilecek mi? aklı başında bir adam bu şartlarda nasıl davranmalı? bunu bir düşünmek gerek. size deniyor ki "yolda yağ var, gaza abanmaya devam edersen kaza yapacaksın" siz diyorsunuz ki "bu yolda mevcut hız sınırını aşmıyorum, kimse kaza olayını savunamaz, kaza çok kötüdür". insanlar diyor ki "tavırlar gözden geçirilmezse, herkes oturup bir muhasebe yapmazsa tıpkı bu çok kötü linç teşebbüsü hadisesi gibi başka hadiseler de olacak" sizin cevabınız: "hayır siz linçi savunamazsınız, linç çok kötü". sürekli aynı argümanların tekrarlanması sadece muhatabını anlamama emaresi olmakla kalmıyor, dolaylı olarak insanlara artniyet isnadı anlamına da geliyor.

linç yanlıştır diye bağırmak, bu yanlışı engelleyecek bir etki ortaya çıkarmıyor. şu güne kadar sözlükte linç aleyhinde yazılanların, linçin neden yanlış olduğunu anlamayanların tavırlarını kemikleştirmekten başka bir sonuç ortaya çıkaramayacağını düşünüyorum.

gelelim şu kendi başını yeme meselesine... (hoşgörü ne demek otis'cim, canın sağ olsun. çok komiksin bilüyür müsün? bu işten ekmek bile kazanabilirsin, nasıl hastasınım bilemezsin...)

önce örneklerimize şöyle bir göz atalım: gencimiz önce eşinin kıyafeti konusunda sorgulanıyor, sonra tarikatçi olma iddiasıyla aşağılanıyor ve nihayet mezun olduğu okul yüzünden yargılanıyor. burada provokasyon değil de, sinsi bir sızma hikayesi yazılsaydı belki yerine otururdu, ama provokasyon gerekçesini uygulamak mümkün değil. provokatör bir şeyleri insanların gözüne sokarak onları heyecanlandırmaya çalışır. karşısındaki insanların suyuna gitmez, dikine dikine gider. ilk vak'amızda gencin bir eşi yok, başörtülü bir eş sahibi olması da sözkonusu değil. bu arkadaş rektörlüğün verdiği cumhuriyet balosuna kolunda başörtülü biri ile gitmiş olsa, burada provokasyon aranabilirdi. başörtüsünün engellenmesindeki doğruluk/yanlışlık bir yana, başörtüsü ile girmeye çalışmanın problem çıkaracağı bir yere yanımda başörtülü birini götürmek için inatlaşmazdım veya hanım olsaydım başörtüsü ile oraya girmek için uğraşmazdım. başörtüsü yasağı ile mücadele etmek gerektiğini düşünüyor olsanız bile, bunun yolu -mesela- orduevi kapısında olay çıkarmak değil. ikinci vak'ada, genç tarikatçı da değil. karşısındaki insan her nasılsa muhatabının tarikatçi olduğu fikrine kapılmış. fakülte yıllarını "faşo" olarak geçiren gencimiz, dindar arkadaşları da olduğu için, aradaki farkı idrak edemeyen abi tarafından tarikatçi sanılmış olsun mesela. abi açıklama şansı bile vermiyor. hadi diyelim ki delikanlı gerçekten tarikat mensubu. bu gerekçe ile yapılacak dışlama, "eylem" gerekçesi ile yapılacak bir dışlama değildir, "kimlik" gerekçesi ile yapılacak bir dışlamadır. tarikat konulu bir provokasyon nasıl olabilir? gencimiz, mesela, branşı ile ilgili olması gereken bir seminere küçük bir cehrî zikir gösterisi ile başlasa, bu bir provokasyon olabilirdi. böyle bir şey de sözkonusu değil. son vak'ada yine köken konulu bir dışlama sözkonusu. mezun olduğunuz liseyi cv'nize yazmanız provokasyon olamaz elbette. fakültenin eğitim sorunları ile ilgili bir toplantıda, gencimiz, cengaverlik edip sözü konuyla ilgili olmadığı halde "imam hatip sorununa" getirmiş olsa belki bu bir provokasyon olurdu, bu tür bir eylem de ortada yok.

numaralar zorlama olduğu için üzerlerinde durmaya gerek yok, ama yine de kısa kısa onlara da göz atalım. atatürk'ün kılık kıyafet devriminin somut ifadesi, şapka iktisası hakkındaki kanun. başörtüsü veya çember sakal konuyla ilgili değil. ama mesela gencimiz sınav salonuna sarıkla girmeye çalışsaydı, bu provokasyon olurdu. başörtüsünün kadınlara erkeklerin zorla taktırdığı bir şey olduğunu öne sürmek, bundan bir rejim aleyhtarı eylem havası çıkarmaya çalışmak tek kelimeyle gülünç. inanç ve bilim bağımsız alanlardır, bilim ve inancı karşı karşıya getiren kurgular konuyu saptırmak ve vicdan hürriyeti üzerinde baskı oluşturmaya çalışmaktan başka bir anlam taşımıyor olsa gerek. otisimiz böyle bir baskı yapmaya çalışmıyor tabii, sadece makara yapıyor. ama konuyu provokasyonla bağlantılandırmaya çalışması zorlama. takiyye, tarikat ve imam hatip konularının provokasyonla irtibatlandırılmasının yersiz olduğunu da zaten söyledik.

toplumu sıkıntıya sokan önyargıların karşılıklı çaba ile aşılması ve tarihin tekerrür etmesine fırsat vermemek gerektiği ile ilgili görüşler güzel görüşler ve elbette bu karşılıklı çabalara karşılıklı hassasiyetleri gözetmek de dahil. kimse kutsallarından vazgeçmek zorunda değil, öyle olsa kutsallar olmasının ne anlamı kalırdı? marifet insanları değerlerinden vazgeçirmeye çalışmak değil, insanların kutsallarını tehdit altında hissetmelerine meydan vermemek. hak aramakla, özgürlüğü savunmakla provokasyonun birbirinden ayrılmasının o kadar da zor olmadığını düşünüyorum, biraz iyi niyet ve sağduyu yeterli olsa gerek.

"ceza hukuku açısından ajan provokatörlük" konusu ilginçmiş. ihtisasım olmayan bir konu olduğu için ahkam kesmek istemem. ama konuyu bilen arkadaşlar, bu konudaki prensiplerle tartışma konusu trabzon vak'asını karşılaştırarak konuyu açarlarsa yerinde olur. en azından bir hata yapıp yapmadığımızın sağlamasını görmüş oluruz.

tartışmada açıklığa kavuşturulması gereken bir nokta da, trabzon vak'asında bildiri dağıtan kişilerin niyetleri meselesi. kimse bir başkasının niyetini bilemez, en fazla hareketlerinden tahmin edebilir. provokasyon amaçlı hareket ettiklerini açık bir şekilde gösteren bir delil bulunmadığı sürece, bu kişiler hakkındaki provokasyon iddiası salt bir niyet sorgulaması olmamalıdır. bu kişiler pekala artniyetleri olmadan bu eylemi gerçekleştirmiş olabilirler, fiilen insanları tahrik etmiş olmaları, tahrik niyeti ile hareket ettiklerinin açık delili değildir. ancak iyi niyetli olsalar bile kusurlu davranmış görünmektedirler. tepki değerlendirilirken, etkinin de göz önünde bulundurulması gereklidir, aksi tabloyu tek taraflı değerlendirmek olur. konu halkın izin alınmış bildiri ile izin alınmamış bildiriyi ayırt edip edemeyeceği de değildir. çünki halkı asıl galeyana getiren bildiri dağıtılması değil, bayrak yakma şayiasıdır. burada ortaya çıkan gerçek şu, ortada bir provokasyon varsa bile, bunun tek faili bildiri dağıtanlar değildir. bildiri dağıtma eylemi kullanılmış olabilir. ancak üzerine dezenformasyon boyutunun eklenmesi ile birlikte etki, tepkiyi ortaya çıkarabiliyor. eğer ortada kasıtlı bir provokasyon varsa, iki grubu da aynı kaynak yönlendirmiş demektir. eğer ortada niyet yoksa, üst üste binen iki hatalı hareket sözkonusu demektir. burada amaç bildiri dağıtanları katrana batırıp tüye bulamak değil, sadece olayların başlamasına sebep olduklarını vurgulamak. bu kişilerin yandaşları da hesaba katılırsa, yapılacak en hatalı hamle, olayları tırmandırmak olur. kısas bu durumda vicdan sahibi birinin düşünebileceği bir seçenek değildir, eğer "yandaş"lar iyi niyetli iseler, oluşmasını istemedikleri bir tepkiye sebebiyet verildiğini görerek, bundan sonraki adımda aynı hatayı tekrarlamamayı düşünmelidirler. (lakin son haberlere bakınca pek de öyle olmamış gibi görünüyor.)

"yani provokasyona gelmek, linc girisiminde bulunarak terorizm ruzgari estirmenin yani sira, karsi-terorizmi de yoktan var edebilecek bir fikri bosluk hali degil midir?" evet, kesinlikle öyledir.

"yani bu durumda uzun vadede suclu sadece ve sadece provokator ajanlar mi olacaktir? hani nasrettin hoca'nin da dedigi gibi hirsizin hic mi sucu yoktur? linci yapan ve teroru baslatan halkin hic mi kabahati yok?" hayır hırsızın da kabahati vardır. uzun vadede suçlu sadece ve sadece provokatörler değildir. zaten olay, linç girişimini mazur göstermeye çalışmak değil, hangi şartlarda ortaya çıktığına işaret etmektir. (lakin son haberlere bakınca, halkın da pek ders almadığı görülüyor.)

konuyla ilgili vatandaşlık görevi iki yönlü: ne olursa olsun provoke olmamak, ne olursa olsun provokasyondan kaçınmak. hukuka sahip çıkmakla ilgili görüşe katılmamak mümkün değil. zaten burada konu, provoke edilmiş olmak masumiyet gerekçesi sayılsın değil. taraf olma potansiyeli taşıyan herkes sorumlu davransın. kimse kışkırtmasın, kimse gaza gelmesin.

konu türkiye'nin şartlarının "özel" olması da değil. zaten bildiğim kadarıyla bu tür olayların yaşanabildiği tek yer türkiye değil. dünyanın başka başka yerleri giderek daha fazla birbirlerine benzemeye başlıyor ve şiddet olayları farklı yerlerde benzer şekillerde ortaya çıkabiliyor. "oyun" kolayca içinden sıyrılıp çıkabileceğimiz bir düzenek değil. bu oyunun içinde doğuyor ve ölüyoruz. bu oyunu var eden şartlar yüzyılların hadiselerinin birikimiyle ortaya çıkmış bulunuyor ve ister istemez bu düzenin içinde meydana gelmiş yapılarımızla mutlaka onun bir parçası oluyoruz. hâlâ pek balta girmemiş bulunan ormanlara bile doların girmesi ve taş devrinden bir gömlek yukarıda yaşayan halklarının dünyasını etkilemesi, şuradan veya buradan gelen "polis ve göstericiler çatıştı" haberleri, emperyalizm aleyhtarı emperyalistler, demokrasi katili demokratlar gibi bir sürü veri birbirleriyle bağlantılı olarak canımızı acıtıyor. bu "matrix"in çözülmesi o kadar basit bir şey değil. ama yüz hamle sonrayı hesaplamak, iki hamle sonrayı hesaplamamak için mazeret olamaz.

provokasyonun hukuka ve demokrasiye zarar vermesini engellemenin yolu, onu yok kabul etmek değil, ciddiye almak.
(sirkencubin, 10.04.2005 23:51)


hukuk ve demokrasiyi provokasyon gerekçesi bakımından yorumlarken, dikkate alınması gereken önemli bir konu özgürlüğü kullanmanın üslubudur. demokrasinin kültür boyutu, bir arada yaşamanın şartlarını sağlayarak hukukun çıplak iskeletini koruyan bir yapı sağlar. hukuk bir kurallar bütünü olan kanunlarla somut ifadesini bulur. lakin insanlar henüz kusursuz kurallar koymanın bir yolunu bulabilmiş değil. kanunlar ne kadar iyi hazırlanırsa hazırlansın, flu bir aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık alanı kalabiliyor. bu tür alanların sıkıntıya dönüştürülmemesi için de karşılıklı anlayış ve sorumluluk sahibi olmak gerekiyor. üslubun önemini dikkate almaksızın, özgürlük adına sınırları zorlamak, özgürlük adına özgürlüğü zora sokmak anlamına gelebiliyor, güvenlik yoksa, özgürlüğünüzü de yaşayamazsınız. üsluptaki seçimle özgürlüğün devamını sağlamak mümkün olabilecekken, bu tür bir seçim beklentisini, prensipte özgürlüğün ihlali olarak konumlandırmak yersiz.

tarih hakların iadesini her zaman ihtiyatlı hareketlerle mi mümkün kılmıştır? her zaman değil elbette, tarih çok kanlı bir şey. değerlerinizi korumak için kan dökülmesinden başka çare kalmamışsa "ihtiyatsız" hareketler zaruret halini alabilir. ama böyle bir zarureti ortaya çıkaran bir seçeneksizlik hali sözkonusu değilse, orada durup seçimi akıllıca yapmak, gerekir.

özgürlüklerin kısıtlanmasının karşıtlığı gerçekten de iç savaş riski midir? soyut bir alanda özgürlük ve güvenlik dikotomisi kurmak zorunlu olmayabilir, ama pratikte konu böyle bir zıtlığı ortaya çıkarma yoluna girmişse, otokontrol gerçekten de önemli olmaya başlar. özgürlüğün kullanılma üslubu hakkındaki beklentileri, özgürlük karşıtı bir tavır olarak almamak gerekir. özgürlük zaten sınırsız olabilen bir şey değil. sınırın nereye konulması gerektiği konusu önemli bir konu, ama bu değerlendirilirken özgürlük başka kavramlardan soyutlanmamalı, mesela güvenlik ile de birlikte değerlendirilmeli.

maksat, içerik, üslup ve tondan bağımsız, ne olursa olsun tartışılmaz, mutlak hak ve özgürlüklerden bahsedebilecek kadar soyut bir dünyada yaşamıyoruz. ideal prensipleri pratiğe dökmek o kadar kolay değil ve işleri zorlaştırmak yerine kolaylaştırmayı seçmek de idealin pratiğe yansımasındaki başarıyı arttırması beklenecek bir tavır olur. özgülüğü sınırlarının uçlarında yaşamamakla ilgili beklentiler özgür iradeye tecavüz anlamı taşımaz.

toplum ile uyumlu hareket etmenin özgürlükten vazgeçmek olarak anlaşılması zorunlu değil. insanların, "onları rahatsız etme hakkınızı" kullanmanızı olgunlukla karşılayıp karşılayamayacaklarından emin değilseniz, biraz ihtiyatlı davranmak basiret gereğidir. bunun için medyum olmaya gerek yok, biraz sağduyu yeter. burada eleştiri sadece özgürlüğü yaşarken üslupsuzluğu seçenlere yönelmiyor, tepki vermedeki üslupsuzluk da eleştiri konusu. aynı basiret ve sağduyu çağrısı bütün taraflara yönelmiş durumda, üslupsuzluk toplumun genel bir meselesi ise, tarafların ve kampların üzerine çıkarak bunu değerlendirmek gerek. aksi takdire değerlendirmelerde tek taraflılığa ve hataya düşmek kaçınılmaz oluyor.

kabahat yakıştırması masumiyetin ispatlanması gereken bir iddia mıdır? masumiyet kelimesi hukuktaki anlamıyla suçlu olmanın zıddı olarak anlaşıldığı zaman öyle olmayabilir, ama sorumluluk payı bulunmanın zıddı olarak anlaşıldığında bunun değerlendirme konusu yapılması garip karşılanmamalıdır. insanlar bir harekete başlarken, sonucunu kestirememiş olsalar bile, her şey olup bittikten sonra sonuçta ne kadar paylarının olduğunu düşünmeli, hiç olmazsa sonrası için bir ihtiyat payının gerekli olup olmadığını değerlendirmelidir. oy verme hakkını nazi partisi lehine kullanmış bulunan bir kişi, hiç olmazsa komşuları evlerinden alınmaya başladıktan sonra "ben ne yaptım" diye bir muhasebe yapamıyorsa, yazıktır. değildir deniyorsa, zaten konuşmanın da bir anlamı yok. suçlu demiyoruz, ama masum da değiller gibi bir önerme mümkün, suçlu değillerse bile sorumlular şeklinde bir önerme bunu karşılar.

slogan atmanın mutlak değeri de bildiri dağıtmanın mutlak değeri konusundaki değerlendirmelerle incelenebilir. konu slogan atılmış olması değil, hangi şartlarda nasıl slogan atıldığı. ezanı slogan kabul etsek bile, provokasyon doğurabilecek bir slogan olduğunu kabul etmek mümkün değil. bildiri dağıtmayı provokasyona dönüştüren özel şartları açıkladık, o kısım dönüp tekrar okunabilir. peki ezan okunmasını provokasyona dönüştüren şartlar nedir? cinlik yapmak ve konuyu ilgisiz yerlere taşımakta bir mana göremiyorum.

"kabul edilmeyeceğini bile bile geldi, reddedilince de çıngar çıkardı" faraziyesini konuyla ilgisiz ve zorlama olarak gördüğüm için değerlendirmeye alma lüzumu hissetmedim. insanın bir alanda görev almakla ilgili talebini provokatif bir eylem olarak algılayabilecek bir zihin düşkünlüğünün yeri üniversitelerin idari mevkileri değil. elbette yeteri kadar paranoyaksanız, bugün havanın bulutlu olmasını, vatandaşların plaja gitmesini engellemeye çalışan dincilerin bir provokasyonu olarak görebilirsiniz. konuyu böyle uç ve absürd noktalara taşımak, iletişim kalitesini düşürmekten başka bir işe yaramaz. provokasyon gerekçesini tartışırken provokasyon olması ihtimali olan ve olmayan örnekleri doğru seçmek gerek. "bahsi edilen provokasyonun dışında başka ihtimal provokasyonlar"dan bahsetmedim, provokasyon olabilecek tavırlar ne tür şeyler olabilir diye örnek verdim. ayrıca bir tarafta kişilerin kimlikleri, diğer tarafta eylemleri sözkonusu edildiğinden trabzon vak'ası ile n+1 örneği arasında provokasyon bakımından bir paralellik bulunmamaktadır. eğer trabzon esnafı lokantaya yemek yemeye gelen kişilerin gözlerinden pkklı olduklarını anlamak suretiyle, "vay bunlar burada karınlarını doyuracaklar, aldıkları enerji ile de gidip bebek vuracaklar, netice itibariyle vuralım kardeşler kahpelere" tribine girseydi, n+1 örneği ile bir benzerlik kurulabilmiş olurdu.

provokasyon ihtimalini değil, kusurluluk yargısını yok saymak anlaşılabilir bir tavır. bu tavır provokasyon kavramından bağımsız linç tartışması yapmaktan çok daha makul. örnek vak'ada şahıslar kusurlu mudur, değil midir, bunu tartışarak konuyu daha fazla uzatmakta kendi adıma bir fayda göremiyorum. "fiilen insanları tahrik etmiş olmaları, tahrik niyeti ile hareket ettiklerinin açık delili değildir" dedik zaten, "kimse bir başkasının niyetini bilemez, en fazla hareketlerinden tahmin edebilir" de dedik. olayların başlamasında bir rollerinin olup olmadığı da ortada. kendi adıma kanaatimi yeteri kadar ifade ettiğimi zannediyorum. son olarak nefsine hakim olabilecek erişkinliğe ulaşma temennisini bütün taraflar için tekrarlamak isterim.
(sirkencubin, 11.04.2005 12:09)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder