31 Ekim 2011 Pazartesi

baş örtüsüne kafayı takmak / ekşi

başını örtenlerin bir açığını aramak, bulamazsa saçma sapan tartışmalar açarak, garip fikirler üreterek konuyu gündemden düşürmemeye çalışmak veya inançtan kaynaklanan hareketlere siyasi eylem yakıştırmasında bulunmak ve kişisel tercih meselesi olabilecek şeyleri eleştirir tarzda dile dolamak. genellikle bu tür davranışları sergileyen kişiler kendilerine benzemeyenlere karşı tahammülsüzlük gösterme eğilimi sergilemektedirler. bu tavrın temelinde bir takım şartlanmışlıklar da bulunabilir. böyle davrananların bir kısmı safça kendilerinden farklı bir kimlik algısı bulunan halk kesimlerinin ülkeyi karanlığa sürükleyeceğini düşünür ve bu endişe içinde saldırganlaşırlar. bir kısmı yadırgadıkları şeylerden bahsederken nasıl bir üslup takip etmeleri gerektiği konusunda gaflet içindedirler, onların kendilerine gayet normal gelen hareketlerinin de başka altkültür gruplarında yadırganabileceğini kestiremezler. bazıları da sadece tahrik olsun diye saçmalamaktadır.
(sirkencubin, 12.06.2003 14:59)


başörtüsüne uzanan elleri kırmaya meyilli kesimin, "kendi bölgelerinde" mini etek veya şortla dolaşılmasını hazmetmeyi öğrenmeleri gerekmekte ise de, iki konu arasında ciddi farklılıklar bulunmaktadır. başını örtmek temelde bir inanç ve ibadet meselesidir, mini-şort giymek değildir. söz konusu bölgeler bazı şehirler ile veya bazı şehirlerin belirli semtleri ile sınırlıdır. inancını bu şekilde yaşamayı tercih edenlerin -adeta gettolara kapatır gibi- bu bölgelere sıkıştırılması toplumsal dengeyi bozabilecek ciddi sıkıntılar doğurabilir. mini etek veya şortla gezenler kamu alanlarından dışlanmamakta ve temel haklarından mahrum edilmemektedir. konu daha da uzatılabilir belki, ama bunları yazmaktan başka işlerim de var. ancak mesela, başörtüsü üzerine kask takmayı yadırgayanlar, bunun uzun kollu sweat-shirt üzerine kısa kollu t-shirt giymekten, hatta sweat-shirt üzerine giyilmiş t-shirt havası veren giyecekler giyinmekten daha abes olmadığını düşünmelidirler. ne yani, ben de piercing yaptıranları, bir kulağına hiç küpe takmayıp diğerine beş tane takanları yadırgıyorum, aslına bakılırsa küpe denen nesneyi külliyen yadırgıyorum. kirli görüntüsü veren kot pantolonları yadırgıyorum, sabahları otobüste gördüğüm çocuğun hem hırkasını, hem çantasını yadırgıyorum. daha bir sürü şeyi tuhaf ve zevksiz, abuk sabuk ve acayip buluyorum, bunları mesele etmeli miyim?
(sirkencubin, 12.06.2003 15:35)


mesaj atan bir yazar "cok yanlis dusuncelerin. bas ortululere karsi bir sempatin oldugun veya sahsen giydigin cok belli. sen sokakta bas ortunle yurursen zaten kimse bir sey demez, deseler bile gene o laf soylenenin nasil senin kendi kisisel inancin varsa o kisinin kisisel inancindandir. devlet dairelelerine elbette basortusu sokulmamalidir. basortusu musluman kadinin simgesidir ve muslumanligini belirtmek istersen bir devlet dairesinde bu laiklige karsidir. bunun yaninda basortusunun kendisine inersek; insanlari uyutmak icin kullanilan gereksiz bir sey oldugu kadar inanc olmadigi gibi hic bir islevi yoktur.
tum niyet propogandadir. zaten basortululerin cogu geri kafa insanlardir dolayisiyla toplumdan dislanmalari veya oyle bir genelleme altina sokulmalari da normaldir." diyor, bakındı hele...

başörtülülere karşı sempatiden fazla bir şeyler besliyorum, tasvip, takdir... bunun çok belli olmasını da gayet tabiî buluyorum, ne yani çok aykırı bir şey mi ki, çok belli etmemeye çalışayım? evet efendim, ayyynen öyyle...

ben hanım olmadığım için başımı örtmüyorum, ama sokakta yürüyen başörtülü bir hanıma kimsenin bir şey dememesi gayet normal sayılması ve ayrıca bir lütuf gibi bahsedilmemesi gereken bir durum. esasında ben de şöyle güzelce bir sarık sarınıp gezmeyi isterdim, ama yapmıyorum, teşebbüs etmiyorum ve hepsinden ötesi bunu yapamıyor olmamı mesele edinmiyorum. eğer amacım bir siyasi sembolle ortalığı karıştırmak olsaydı -sarık da aslında "siyasi" sembol değil ya- bunu hanım kızlara bırakmaz bizzat yapardım. aradaki fark şu: sarık sarmak farz değil ve ben yapmak zorunda olmadığım bir şeyi yapamıyorum, engelleniyorum diye "ortalığı karıştırmayı" göze almazdım, biliyor musunuz bilmem, ama "fitne küfürden şiddetli"dir ve hadise çıkarmak, çıkmasına sebep olmak hiç de isteyeceğimiz bir şey değil. ancak tesettür farz. başörtüsü değil aslında sadece, kadın erkek herkesin bu emre uyması gerekiyor. ancak kadın vücudu için bildirilen örtünme şekli ile erkek vücudu için olan birbirinden farklı. başörtüsünün mesele haline gelmesi ise, birilerinin bunu mesele ediyor olmasından kaynaklanıyor. faraza, devletlularımız başörtüsüne kafayı takmasa da mesela, eteklere takılsalardı, mini etekle gelmeyen devlet dairesine giremez demiş olsalardı o zaman başörtüsü meselesi değil etek meselesi olacaktı. mesele insanların inandıkları gibi örtünme hürriyetlerinin sudan bahanelerle ve açıklanmayan niyetlerle engellenmesidir. ben de işe gelirken şort giymek zorunda bırakılsa idim, başörtüsü meselesine benzer bir pantolon meselesi olacaktı. meselenin ne olduğunu ve nereden çıktığını doğru teşhis etmek gerek.

sokakta başörtüsü ile yürüyen bir hanıma kimse bir şey demiyor olabilir, buna mukabil medya ve devlet daireleri çok şey diyor. sokakta bir şey diyenin olmaması, insanların engellenmediği anlamına gelmiyor. "deseler bile bu kişisel inançtır" demek de hoş, benim kişisel inancım tartışma konusu ediliyor da, sizinki neden dokunulmaz sayılıyor? ben de bu söze mukabil, "sokakta miniyle gezenlere laf atmak caizdir, kişisel inançtır" demiş olsam, bu sözden daha fazla mı saçma olurdu?

başörtüsünün gerçekten de bir simge olduğunu kabul etsek bile bu bir şeyi değiştirmez. hatta bırakın dini simge olmayı, siyasi simge olmuş olsaydı bile yine de bunun bir anlamı olmazdı. kamu alanlarında kişisel inancına uygun hareket etmekle laiklik arasında kurulabilecek bağlantı herhalde bir zihin sefaletinin eseridir. okula che resimli tişört, rozet ve benzeri metalaştırılmış ideolojik sembolle gelen öğrencilerin siyasi bir sembol taşıyıp taşımadığına aldıran var mı? mesele bir siyasi sembol meselesi olmadığı gibi, esasta sadece laiklik ilkesi ile ilgili bir husus da değil. ne olduğuna birazdan bakacağız.

başörtüsü ile bir insan nasıl uyutulabilir? ancak bir bebeği battaniye yerine, bir başörtüsü ile sallayıp uyutmaya kalkarsanız böyle bir şey olabilir, saçmalamamak lazım. inanç olmadığını da nereden çıkarıyorsunuz? insanlar inanıyoruz diyorlar, hayır inanç değil diyorsunuz. kime göre, neye göre? işlevi olmadığı da doğru değil, olduğunu siz de biliyor olmalıydınız. propaganda meselesine gelince, gerçekten bu amaçla bu konuya takılan bir iki kifayetsiz kişi olabilir, ama temelde niyet bu değildir. dışlayacağınıza bu insanları anlamaya çalışsaydınız, yaşanan dramları da görme imkanınız olurdu.

"basortululerin cogu geri kafa insanlardir dolayisiyla toplumdan dislanmalari veya oyle bir genelleme altina sokulmalari da normaldir" işte bu harika bir laf. insanları ileri-geri diye kategorize etmekteki arızalı tarafı bir kenara bırakarak, bu söze mukabil mesela, "mini etek giyenlerin çoğu fahişedir" şeklinde bir genelleme yapsaydık ne düşünürdünüz? başörtüsü konusundaki genellemenin, etek ile ilgili olandan daha makul olmadığı ortada, ikisi de aynı derecede saçma. en azından... aslında fahişe kavramının bir tanımının olduğu, ama "geri kafa" kavramının kerameti kendinden menkul olmayan, iler tutar bir tarifinin olmadığı hatırlanırsa durumun tam bir zihin düşkünlüğü olduğu görülebilir. demek bu insanları toplumdan dışlamak yetkisini kendinizde görüyorsunuz? buna söyleyecek söz bulamıyorum, sadece azıcık insaf... bu arada dışladığınız ve baskı altına aldığınız unsurun, zorlamadan dolayı alacağı şekli de peşinen kabul etmelisiniz, sağlıklı gelişmesi engellenen, ancak gelişme gücü bulunan varlıklar sağlıksız şekilde gelişir.

bu kadar sözün üzerine, gelelim asıl meseleye. hayır efendim, eteğinizdeki taşları dökünüz, mesele sembol meselesi falan değil. daha önce sadece müstahdemler başlarını örterek okullara ve devlet dairelerine girerken kimsenin böyle bir sıkıntısı yoktu. ne zaman ki halkın benimsediği kimlik şuurunu taşıyanlar elitlere ayrılmış mekanlarda boy göstermeye başladı, oyunun tadı kaçtı. başörtüsü meselenin yakalayabildiğiniz tarafı. erkekleri de benzeri bir yolla ayıklayamıyor olmak sizi üzüyordur eminim. iş buraya gelince kadın hakları falan berhava oluyor. hani ayrımcılık yoktu? hani gericiler kızların eğitimini engelliyordu? vazgeçmişler demek ki, sevinmeniz gerekirdi... ortadaki kavganın kökünde egemenlerin dayattığı kimlik algısını halkın kabul etmemesi yer almaktadır. bu ülke insanının kim olduğuna dair bizim anlayışımızla, sizinki farklı ve bunca senedir inatla önümüze sürdüğünüz modeli benimsememiş olmamızı hazmedemiyorsunuz. bunca yıldır kafaları hâlâ bildiğiniz gibi formatlayamamış olmaktan dehşete kapılıyorsunuz. millet bildiğini okuyor, kabullenemiyorsunuz. daha çok baskıyla daha iyi bir yere varabileceğiniz çok şüpheli. size tahammül etmemizi bekliyorsanız, bize tahammül etmeyi öğrenmelisiniz.
(sirkencubin, 13.06.2003 01:03)


ahmet turan alkan, zaman'daki, "senin kitabın hangisi?" başlıklı yazısında meselenin fikrî temeline dair bir şeyler söylüyor. ehemmiyetine binaen edepsizlik ediyor ve aynen kopyalayıp yapıştırıyorum, buyurun efendim:


senin kitabın hangisi?

kadın meselesi, “cinsiyet”e değil, “insanlık”a dairdir; işi “cins” nokta–i nazarından ele alarak yola çıkanların son durağı ise feminizm çıkmazı. erkeklerin hükümran olduğu bir dünyada yaşadığımız doğru; şu meşhur 90–60–90 kriterini bile erkeklerin belirlediğinden şüphe etmiyorum. kadınlığın, erkeklerin hükümran olduğu bir dünyada istismar ve suiistimâlin başlıca konusu olması, müşkülün tabiatı itibariyle bir insanlık meselesi olması hakikatini perdeliyor ve anlaşılmasını güçleştiriyor.

kolay olan, “çekin dillerinizi kadınların üstünden” yaklaşımı; zor olan, kadın meselesinde serdedilen zafiyetin bir insanlık dramı olduğunu fark etmek. ilk düğmeyi doğru iliklemiyoruz ki ardı gelsin.

evet bu bir insanlık meselesi; allah dileseydi, iki cins arasına “cinsî gerilim veya câzibe” koymadan, nesillerin devamını biçimlendirebilirdi. yaratılışın mantığı açısından bakıldığında iki cins arasındaki câzibenin hem bir insanlık meselesi hem de bir imtihan sebebi olarak konulduğu açıktır. aynı gerilimi sair alanlarda da fark edebiliriz: mülkiyetle, hırsızlık veya gasp arasındaki ayrıntı böyledir meselâ, gerçekle yalan arasındaki mesafede bir insanlık meselesi vardır; değişimin en görünür nişânesi olan “zaman” kavramı böyledir ve bu gibi meseleleri, bir “değerler silsilesi”ni ihmâl ederek anlayamayız: zaman bizi kaçınılmaz ölüme götürüyor, zamana karşı direnmek insanlığın en ciddiye aldığı meselelerden birisi. yalanla gerçek, helâlle haram, meşru ile gayrımeşru arasında tercihte bulunurken yine bir insanlık meselesiyle karşı karşıyayız. bu gibi ezelî ve ebedî karakter taşıyan meseleleri, bir “değerler silsilesi”nin mihengine vurmadan kavrayamayız. bunda tartışmaya değer bir cihet yok.

batı dünyasında kadın meselesi çözülmüş müdür; âşikâr; şark âlemine göre kadın, medenî ve iktisâdi haklar itibariyle daha hür ama batı dünyasında bazı yönleriyle şarktan daha süflî ve acınacak halde. kadın kavramında “câzibe”yi temsil eden ne varsa bu âlemde bir ticaret metâıdır ve kadının en çok tüketildiği coğrafya garb istikametine düşüyor. şark âleminde kadın, medeni ve iktisadi haklardan geçtik, en evvel bir şahsiyet inşâsı derdiyle yüz yüze, âdeta insanlığın yardımcı hizmetler kadrosuna mıhlanmış vaziyette. bu hususta şark dünyasının sergilediği sefâletle, garb âleminin kadına tanıdığı medenî serbestîler, kadının sefâletine şifâ olmuyor, zira her iki âlemde de kadını bir insanlık meselesinden ziyâde bir “cinsiyet meselesi” olarak gören bakış açısı hâkimdir; suçlu aramak derdinde değilim ama bu bakış açısının inşâsına, yani “erkek egemen” dünya tasavvuruna, erkeklerle birlikte kadınların da hizmet ettiğini yeri gelmişken belirtelim: “benî âdem âzâ–yı yek digerend”

eşitlikle adâlet kavramlarına nasıl baktığımızı sınayarak yola çıkabiliriz; kadın meselesi söz konusu olduğunda eşitlik anlamsızdır ama adâlet her şey. müşkül buradaki her iki kavramın içini neyle dolduracağızı, hakem kabul ettiğiniz değerler silsilesi belirleyecektir. adâlet’i doğru kavrayıp yorumlamak bir insanlık meselesi, beynelmilel, ezelî ve ebedî bir insanlık zafiyeti. insana saygısı olmayanın kadına hürmet etmek gibi bir endişesi olamaz. her değerler silsilesinin bir “insan” kavramı var; siz hangi “insan” tarifini esas kabul ediyorsunuz? cemil meriç’in deyişiyle “senin kitabın hangisi?”

dünün pozitivizm’i, insanın fıtratında bilgiyi doğru kullanmak kaydıyla ilerleme ve gelişme yaratılabileceği varsayımlar ve sair “çağdaş” olduğu zannedilen paradigmaların hepsi birer “din”dir. din’in yerine ikame edilmeye çalışılan her şey birer din. hangi dini “üst değer manzumesi” kabul ederseniz ediniz, evvela dininize ve tabii kendinize karşı dürüst ve saygılı olacaksınız; belki işe evvela “din”inizin adını koymakla başlamanız gerekecek. bu noktada diyebiliriz ki en temel insanlık meselesi, “din”in teşhisi ve insanla din arasındaki alâkaların samimiyet ve sadâkat derecesidir. samimiyetsizlik ve sadakatsizlik, içinde kadın meselesinin dahi binbir iğvaya uğratıldığı ezelî bir insanlık zaafıdır ve bizim en temel görevimiz, –dinimiz her ne ise; ister ilâhî menşe’li, ister insan eseri olsun– dinimize, yani baş üstüne koyduğumuz değerler bütüne karşı samimi ve sâdık olmaktır.

***

islâm? islâm, âmentü ile başlar ama sonrasını her neviden “emek”le, yani dinin ahlâkı ile doldurmak gerekir; ahlâk da emektir ve sırf duruştan ibaret değildir; bu hakikati ıskalayarak sadece kadın değil, hiçbir mesele hakkında tavır geliştirmeye hak ve yetkimiz olamaz.

***

başörtüsü meselesi, ancak bu noktadan sonra tartışılabilir.
(sirkencubin, 13.06.2003 01:07)


afili laf kalabalığını, zeytinyağı gibi üste çıkmaları erbabına bırakıp gündemde neler var, doğrudan ona bakmak gerek. kimin başörtüsüne kafayı taktığı hususunda bir tereddüt hasıl olmuş. hemen aydınlatalım, "vay efendim, başörtüsünün üzerine kask taktı" gibi saçmalıklarla konuyu gündemden düşürmeyenlerden bahsediyoruz. tabiî ki "laik, demokratik" olmakla, başörtüsü meselesinde saçmalamak birbirinden ayrı olması gereken şeyler, bir insan hem laik, demokratik olup hem de karşısındakinin hakkını teslim edebilir. en azından teoride... bugün bir dost, girdiği resmî bir mekandan aşağılanarak kapı dışarı edilen başörtülü bir kişiden bahsediyordu. başörtüsüne karşı allerjik bir tepki, tiksinme ve nefret gösteren yöneticinin laik, demokratik olup olmadığını bilemiyoruz, ama en azından onları temsil etmemesi gerektiğini biliyoruz. ne var ki, ister görün, ister gözlerinizi yumun, sırtınızı dönün, inkâr edin; okulda, resmi dairede veya sokakta olsun, siyasi sembol anlamı taşısın, taşımasın, başörtüsüne kin besleyen ve her fırsatta bunu ortaya döken bir zümre var. kimi zaman sadece homurdanmakla, şirretlik etmekle yetiniyorlar, kimi zaman da, ellerine fırsat geçtiğinde onlardan olmamayı, onlardan olmayanların burnundan fitil fitil getirmek için ellerinden geleni yapmaktan geri durmuyorlar. dünyayı siyah ve beyazdan ibaret gören bu zümre, ileri-geri saçmalığına şartlanmış bir halde, kendi halinde dinini yaşamaya çalışan herkese irticacı yaftasını yapıştırmaktan geri durmuyor, işgal altındaki bir ülke gibi, gerginlik hiç bitmek bilmiyor. bunlar türkiye'nin batı medeniyeti ile göğüs göğüse geldiği dönemde, toplumun kimlik şuurunda oluşan çatlağın diğer tarafında kalanlar. batılı bir kimliği benimseyenlerin çok az bir grubu belki bunlar, ama işler bunların gazıyla yürüyor. bir arada, huzur içinde yaşamak için, giderek bir uçuruma dönmekte olan çatlağı aşmak gerekirken, bu güruh köprüleri yakmak için ne lazımsa yapıyor. halkın dilini konuşmazsanız, halka ulaşamazsınız. kim sizden önce ona ulaşırsa, sözünü dinletme imkanını ele almış olur. gerçekten samimi iseniz, suçlama ve itham lugatiyle konuşmaktan vazgeçip, "dini bütün, muhafazakar insanlarımızın" meramını anlamaya çalışın. onların hassasiyetlerine gerçekten kulak verin. belki böylece "dini konusunda mutaassıp, lakin dinini çokça iyi bilmeyen" insanlara "bir şeyler öğretme" fırsatınız olur. belki böylece "bu hassasiyet noktalarını kendi istikballeri istikametinde sömürmek" itiyadındaki çevrelerin orayı burayı kaşımasına fırsat vermeme imkanınız olur. olur a, belki de "halkımızın dimağına kazınmış karanlık ve çirkin önyargıları", kendi aydınlık ve güzel önyargılarınızla değiştirmek de nasip ve müyesser olur. nedendir bilinmez, birçoğunuz hâlâ fark edemedi, burada bahsettiğimiz dini hakim kılmak falan değil, sadece inanan insanların, inançlarını asgari şartlarda yaşayabilmesi. bu kadar basit bir şeyin nasıl anlaşılamadığını anlayamıyor, hâlâ mütemadiyen aynı yavelerin tekrarlanmasına bakarak, huzuru sağlayacak diyalogun kurulabilmesi ihtimali hakkında ümitsizliğe kapılıyorum. keşke içinizde bu kadar çok küstah kişi olmasa, keşke olaylarda içinizdeki makul insanların etkisi daha fazla olabilse... size de hak veriyorum, bir takım demagog ve provokatörler yangına körükle gitmekten vazgeçmediler hâlâ, bunu marifet zannediyorlar. ama bizi temsil etmiyorlar, onları muhatap almakla, onları esas almakla yanılıyorsunuz. hasbelkader savunduklarını zannettikleri konu ise bizim meselemiz ve siz pire için yorgan yakmaya devam etseniz de bizim meselemiz olarak kalacak. ama temel haklarını kullanması engellenen bir halkın, bu hakkı kullanabilme arzusunu kafayı takmak olarak görüyorsanız, siz bilirsiniz, öyle olsun.

gerçekten, nereden çıktı bu mesele? bir dönem halkın böyle bir sıkıntısı yoktu, halk ne okullarda, ne devlet dairelerinde mevcut değildi. aydınlara küskün vaziyette kendi kabuğuna çekilmiş yaşıyordu ve çocuklarını tahsil ettirmeyi düşünmüyordu. çiftiyle çubuğuyla uğraşıp gidiyordu. aradan sivrilip tahsil görenler ise, daha liseyi bitirmeden galiplerin şartlarına göre formatlanıyor ve "vatandaşlar" arasına katılıyordu. kimsenin bir şeyden şikayet etmesine gerek kalmıyordu. bu dönemde başını örten birinin bir okulda öğrenci olarak bulunması tasavvur dahi edilmezdi. sonra ahali tahsil konusunda fikir değiştirmeye başladı. biraz çekingen başladı, önce erkekler yollandı okullara. köyden bir öncü çıkıyor ve oğullarının okuması için ne fedakarlık gerekiyorsa yapıyordu. önce köyün içinde tepkiyle karşılanıyordu. öğrenciler, "gavur okuması" okumakla itham ediliyordu. sonra bu ithamcıların da akılları olup biteni kesmeye başladı, ilk gidenlerin ardından onlar da oğullarını liseye, yüksek tahsile yolladılar. ilk anda, öncü şahıslar bile kızları okutmayı düşünmedi, sonra o konuda da fikirler değişmeye başladı. büyük kızını tarlaya yollayıp, kocaya vermiş olan babalar, küçük kızını okula yollamaya başladı. yükseklerde karlar o kadar katıydı ki, bu ilk nesil, anneleri gibi başlarını örtmekle, tahsil görmenin, devlet memuriyetinde çalışmanın bir arada olabileceğini hayal bile etmediler. yine de ahalinin tırmanışı başlamıştı artık ve bir gün ilk başörtülü kızlar fakültelerde göründü. galiplerin ilk andaki tepkisi hadiselerin bundan sonraki seyrinin de yönünü belirledi. paniğe kapıldılar, öfkelendiler. bunca yıl uğraşmadan sonra, halk hâlâ "adam olmamış", onların özlediğince formatlanamamıştı. bu "çağdışı" kisve ile tahsil mümkün olamayacağını ferman buyurdular. bir insan bu kılıkta ancak merdiven silebilirdi, çay demleyebilirdi. avukat, doktor, mühendis olmak ne demek!? göle çaldıkları maya tutmamıştı, halk onların dayattığı kimliği benimsemiyordu. "ticanileri, nurcuları, gericileri, mürtecileri, takunyalıları, sakallıları, mutaassıpları, yobazları, muhafazakarları..." tutunmaya çalıştıkları mevkilerden sürmeye çalışıyorlardı hanidir. o kadar kolay değildi bu iş. ama bu yeni gelenleri seçip ayıklamak, dışlamak kolaydı ve hemen bu yolu tuttular. başörtüsü yasaktı. bu noktada başörtülüler hatalı bir tabiye ile işin kolayına kaçmaya çalıştı, "efendim, başörtüsü değil bu, türban..." dediler. hani cumhuriyet'in ilk yıllarını gösteren fotoğraflarda gördüğümüz, hint türbanından mülhem, saçı örten, boynu örtmeyen başlık... fakat hiç dert değildi, başörtüsü yasaksa, türban da yasaktı. kızlarını tahsile yollamıyor diye suçladıkları halkın, tahsile yolladığı kızları kapıdan geri çevirdiler, mağdur ettiler. bu konu siyasallaştıysa, böyle oldu. zaten bu konuyu siyasallaştırıyor diye itham ettikleri insanları da, uzun yıllar buna mümasil icraatları ile kendileri meydana getirmişlerdi, ama farkında değildiler. bu açık baskıya karşı doğal olarak refleksler oluşmuştu. evet, halkın da refleksleri vardı ve aydınlar bu reflekslere dokunmamayı akıl edemediler, çünki karşılarındaki kitleyi tanımıyorlardı, tanıma gayreti içinde olmadıklarına bakılırsa muhtemelen sevmiyorlardı, yahut uzaktan seviyorlardı. kendi zihinlerindeki örneklere uymadığını gördükleri bu zümreyi küçümsediler ve şiddetle reddettiler. karşı oldukları grupların kollarına ittiler. 1980'lerin başlarındaki hadiseleri hayal meyal hatırlıyorum, ama 90'larda olanları yakından gördüm. başörtülü kızlar neredeyse başlarını örtmek ve namaz kılmak dışında çok fazla ortak noktaları olmayan, gayrı mütecanis bir topluluktu. bazıları hiçbir zümreye mensup değildi, bazıları birbirine muarız zümrelere mensuptu. (hata payını da gözden kaçırmadan kabataslak bir genelleme yaparsak, söyleyebiliriz ki mgv'liler ile nur talebeleri birbirlerini, sizin onları sevdiğinizden fazla sevmezler.) bir kısmının siyasi talepleri vardı (doğal olarak), bir kısmı ise etliye sütlüye karışmak derdinde değildi, sadece okulunu bitirip kendine bir hayat kurmayı düşünüyordu. hayat tarzları, inançları, siyasi görüşleri bakımından solculardan daha illegal değildiler. eğer rahatsızlık duyacağınız bir siyasi varlık haline geldilerse, sizin baskınız onları bu hale getirdi. sol örgütlerin kantinlerde afiş asıp bildiri dağıtmasına, forum yapmasına, masa açıp bilumum yayınlarını satmasına aldırmayan idarenin, böyle siyasi faaliyetleri olmayan, sadece örtünmek gibi doğal bir ihtiyaçları olan bu kızlar üzerindeki baskısı meseleyi çıkmaza soktu. başkalarının giyimini yargılamıyorlardı, kendileri gibi giyinmeyen bir çok arkadaşları vardı sınıflarında. sadece bu şekilde giyinmeleri gerektiğine inanıyorlardı, kimsenin bu inançlarını tartışma konusu yapmaya hakkı olmadığını düşünüyorlardı ve bu kadarcık bir hürriyet bekliyorlardı. nitekim bir ara şartlar rahatladı, olumlu gelişmeler yaşandı. sonra en başta iki deli adam tarafından körüklenen bir rüzgar, tekrar her şeyi alt üst etti. huzur içinde yaşamayı istiyoruz, huzurunuzu bozmayı istemiyoruz. daha çok baskıyla daha çok huzur elde edemeyeceğinizi anlamanızı bekliyoruz.

"önyargılardan ve gazete kupürlerinden ibaret bilgi dağarcıkları" meselesi tek taraflı değil, muhalif-muvafık çoğumuzun hali bu. zaten meseleyi içinden çıkılmaz hale getiren de, bütün tarafların çoğunluğunun benzer zihin arızaları ile donanmış olması. tencere dibin kara...

istisnai halleri saymaz isek ve tabiî askerî mekanları hariç tutarsak, necip milletimiz halk suretinde istediği kılıkta istediği resmî daireye girebilmektedir, bunda mutabık olmak gerekir. zaten mesele olan da, dilekçe sunmaya giden kişilerin kıyafetine müdahale edilmesi değildir. dilekçeyi havale edecek memurun, muhatap alınan makamdaki müdürün kıyafetine müdahale edilmesidir. imam-hatip öğrencisinin derse başörtüsü ile girememesi gibi özünde dangalakça hareketlerdir. sorbonne'da, harward'da öğrencilerin nasıl giyindiği beni ilgilendirmiyor. aslında bu konuda oxford* gibi daha mütebariz bir misal de mevcut. ancak sevinmek gerek, demek ki kıyafet meselesi laiklikle ilgili değilmiş, üniversitenin eğitim formasyonu ile ilgiliymiş. elbette, eğitim zaten öncelikle nasıl giyindiğinizle ilgili bir şey. zaten o başörtüsü ile kulakları da pek işitmez dersi kızcağızların. içim rahatladı aniden... aslında tektip bir eğitim sürecini ve kuralları ben de destekliyorum, mesela eskiden liselerde giyilen kasketin kaldırılmış olmasına çok hayıflanmıştım vaktiyle. bu benim başarımı da etkiledi, belki bugün daha yüksek mevkilerde olabilirdim... fakültelerde kıyafet düzensizliği gerçekten başarıyı olumsuz etkiliyor. mesela tıp fakültesine bakıyoruz, öğrencilerin bir kısmı kısa önlük giyerken bir kısmı uzun önlük giyiyor. bir kısmı önlük giyme zahmetine katlanmayıp kot pantolonun üzerine cerrahi forma üstünü çekip de geliyor. onun da her rengi var. bizim zamanımızda mavi ve yeşil karmaşası vardı, sonradan mavinin bir kaç tonu ve su yeşili gibi arızalar da çıkmıştı, ama şimdi külliyen çorba olmuş her şey. doğumhane personeline mahsus lacivert formaları bile orada burada giyiyorlar. sonra ne oluyor? vizitlerde karmakarışık bir manzara. insan ne öğrenebilir bu şartlar altında?

insanların ne giydiği ile uğraşmamak, ilimle fenle uğraşmak, çalışmak, üretmek ne güzel fikir. can ü gönülden destekliyorum. islam'ın uygulanması lazım gelen kaç kuralı olduğu ve bunlardan kaçını uygulayıp kaçını uygulamayacağı, tamamen ve sadece bu kurallara inanan ve uygulamak gibi bir düşüncesi olanların şahsi meseleleridir. gayrısı kendi işlerine bakmalı. gayrısı akıllı olmalı da, insanları mercümeklere, tedavülden kalkmış ve kalkacak "denyo"lara kaptırmamalı.**

-------------------------------------------------
* oxford malum, imtihanlarda ortaçağ'dan kalma geleneksel kıyafetlerin giyilmesi mecburiyeti olan bir okul. bizde akademisyenlerin sadece törenlerde ve yürüyüşlerde, öğrencilerin ise ancak mezuniyet merasiminde giydiği akademik kisveler orada daha fazla bir şevkle benimseniyor. kılığına bakıp lisans öğrencisi mi, doktora mı yapıyor, profesör mü, anlamak mümkün olduğu gibi, her branşın da hususi renkte alametleri var. batı ülkelerinde bu kıyafet meselelerinin gelenekten kaynaklanması ne kadar ilginç. belki onların da biraz daha çağdaşlaşması gerekiyor, 21. asırda hâlâ manastır okulu kıyafetleri... oxford'un bu yönüyle ilgili hoş bir hikaye var. sınava gireceği alan kadar, sınav yönetmeliklerini de iyi çalışan bir öğrenci, epey uzun süren bir sınavın sonlarına doğru el kaldırır ve büyük bir bardak bira ister. fî tarihinden kalma yönetmeliğe göre üç saatten uzun süren bir sınavda öğrenci koca bir bardak biraya hak kazanmaktadır. birası getirilir ve içer. birkaç gün sonra, daha kısa başka bir sınavı vardır ve aynı gözetmen görevlidir. sınav çıkışında öğrenciyi durdurur ve üç pound ister: "yönetmeliklere göre, bir centilmenin sınavlara kılıç takarak girmesi gerekir ve siz kılıç takmamıştınız, bunun cezası üç pounddur bayım!" eğitimin kalitesi açısından, belki biz de şu bira ve kılıç işini eğitim formasyonuna dahil etmeliyiz, akademik seviyemiz harward'a ulaşamaz belki, ama oxford da fena değildir.

** kimin neye üç kuruş kıymet biçtiği kendini ilgilendirir, mesela ben bazı yazarların üsluplarına üç kuruş bile değer biçmiyorum, ama bu onları gece çorapsız yatmaya sevk etmemeli. mesela "... lafını diyenin menşeinin cemi cümle kadını kendi hak bildiği dinin kurallarına zorla uydurmak isteyen bir frekans olması ironiklikten de öte abuklamadır" şeklinde bir cümle okudum ve zinhar anlamadım. arıza bende zahir, kim kimi neye zorla uydurmak istemiş? hangi menşe', hangi frekans? kimden bahsediyoruz? ironi nerede, abuklayan kim? galiba eleştirilmeye çalışılan yazar dün birini bıçaklamış, bugün de kisve değiştirmiş. dur bir bakalım, heybemizde neler var? aa, ne buldum, daha dün "devrimci olmadığı" kanaatinde olup adam bıçakladığı zamanlardan "liberal demokrat" kisvesine bürünen "sosyalist"ler diye bir şey var burada. tamam abicim, ne kızıyorsun, alın liboşlarınızı, verin liboşlarımızı. fakat bunların yazarla ne ilgisi var derken ve yazarın kimi bıçakladığını henüz çözememişken, muhtelif ortadoğu ülkelerine ışınlanıyoruz. olmadı, afganistan unutulmuş... belli ki yazarın sözkonusu ülkeleri model kabul edip etmediği hususunda biraz önyargımız var. bizim de bu ülkeleri eleştirebileceğimiz akla gelmiyor, her seferinde temcit pilavı gibi öne sürülen, iran ve suudistan... karşılarındaki insanların da bu ülkelerin yönetici zihniyetini akıllara ziyan bulabileceğini, onlardan olmayan herkesin irancı, suudcu olmadığını bir kavrayabilseler cümbür cemaat biraz rahatlayacağız. nereden çıkıyor suudistan, iran? paragrafın devamında, eleştirilmeye çalışılan metni anlayamamış olmaktan kaynaklanan bir takım sayıklamalar görüyor ve geçiyoruz. üzerinde durmaya değmez. sonraki paragrafta, yazar meraka düştüğünü ifade ediyor. "batı dünyasında kadın meselesi çözülmüş müdür; âşikâr; şark âlemine göre kadın, medenî ve iktisâdi haklar itibariyle daha hür ama batı dünyasında bazı yönleriyle şarktan daha süflî ve acınacak halde" diye bir cümle okumuş ve bu yönlerin ne olduğunu anlamamış. satırın devamını okumayı unutmuş olsa gerek, sözkonusu yönler orada yazıyor, biz bulduk, hemen nakledelim: "kadın kavramında "câzibe"yi temsil eden ne varsa bu âlemde bir ticaret metâıdır ve kadının en çok tüketildiği coğrafya garb istikametine düşüyor". derken yine sayıklamalar, yine oraya buraya ışınlanmalar... yazar hızını alamıyor ve eleştirdiği yazara bir kartvizit bırakmak istiyor. kendi kartviziti olmasa gerek, yolda bulmuş zahir... sıradaki paragraf eşitlik ve adalet kavramları üzerine heyecanlı bir nutuk. bir ara heyecandan yazarımız tükrük saçmaya başlıyor sanıyoruz, ama meğerse yağmur başlamış. gök de gürlüyor, karıştı her şey... olur o kadar... yazının devamına göz gezdiriyoruz, aynı heyecan, aynı gürültü, aynı sığlık, okunanı anlamamak... olmamış diyoruz ve kendi haline bırakıyoruz. görülmekte ki henüz iletişebilme konusunda mesafe kaydetmemişiz hiç, o halde ne yazsak boşuna. bu konuda daha fazla yazmama ve yazılanları kaale almama kararı ile meydanı kendilerine bırakıyoruz, atış serbest.
(sirkencubin, 14.06.2003 01:51)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder