31 Ekim 2011 Pazartesi

türklerin işkenceyle müslümanlaştırılması / ekşi

türklerin müslüman olmasında islam dinine yönelik ilgilerinin dışında bir faktör eper rol oynamışsa bu da siyasi konjonktürdür. genellikle boy beyi mevkiindeki bir şahıs, durumu değerlendirdikten sonra bundan böyle müslüman olduklarını ahaliye bildirmektedir. yeni müslüman türk boyu derhal müslüman olmayan boylar üzerine cihat faaliyetine girişirken, gündelik hayatlarında belirgin bir değişiklik olmamaktadır. bu arada ahmed yesevi gibi mürşidler, halk arasında dolaşıp onlara anlayacakları dilde müslümanlığı anlattıkça, halkın bu dine karşı teveccühü de giderek artmıştır. yerleşik kültürün geliştiği topluluklarda din gündelik hayatta temel bir belirleyici olmuşken, göçebe topluluklarda gündelik din pratiği daha sınırlı kalabilmiştir. zorlama ve işkence gibi bir şey varsa bile istisnai olmuş olsa gerektir.

türklerin işkenceyle müslümanlaştırıldıklarını iddia edebilen biri, kimin türklere işkence yapabilecek durumda olduğunu da açıklamalıdır.
(sirkencubin, 14.11.2003 11:42)


görünüşe göre türklerin hâlâ müslüman olmalarını hazmedemeyişin yanında bir de vaktiyle müslüman olmuş bulunmalarını hazmedememek yüzünden ortaya yuvarlanan ve muhtemelen ciddi bir argümana dayandırılamamış olması sebebiyle komiklik ederek gündeme getirilen bir iddiadır. esasen komiklik bu ülkede çok iyi iş gören bir şartlandırma taktiğidir. önce bir laf sallarsınız, sonra da yazı ve çizgi ile her tür şebekliği deneyerek, giderek basitleştirdiğiniz ve sloganlaştırdığınız iddianızı mümkün olduğu kadar tekrarlarsınız. neticede salladığınız palavrayı gerçeklik gibi algılayan bir mallar sürüsü elde edersiniz. aferin çocuğum.
(sirkencubin, 14.11.2003 11:47)


tabii bu arada kitle halinde din değiştirme vak'alarının daha ziyade boy beylerinin değil, han mevkiindeki kişilerin kararı ile olduğunu, dolayısıyla boylar arasındaki çatışmaların din değiştirme işinde pek fazla rol oynamadığını da hatırlamak gerekir. herhalükarda birbiri ile savaşmak için bir gerekçe bulan boyların, din gerekçesi ile de çarpışmış olmalarına şaşırmamalıdır. ancak boylar arası çatışmalar çoğu zaman bir boyun diğerini hakimiyeti altına alması ile sonuçlanmadığından, bir din değişikliğine yol açması ihtimali de fazla değildir. dayağı yiyen boy, genellikle yurtluğunu terk edip, dişine göre bulduğu başka bir boya sataşmaktadır. han cümbür cemaat din değiştiriyoruz dediği zaman karabudunun ne düşündüğünü bilmiyorum, ama cidden bir itirazları olsa idi derhal ayaklanırlardı ve muhtemelen sonuç yeni bir hanın başa geçmesi ve eskisinin başının bir mızrağa geçirilmesi olurdu. boylar arasında, halk tabakası arasında din değiştirme emrine karşı bir tepki, bir itiraz olsaydı bunun yansıması mutlaka görülürdü, kafası kızanın isyan ettiği, sabah erken kalkanın devlet kurduğu bir coğrafyada, insanların istediklerinde dağlara çekilip kimseye yakalanmadan yaşayıp gidebilecekleri bir dönemde insanlara zorla bir şey yaptırmak gerçekten zor. merkezi idarenin kuvvetli olduğu dönemlerde boyların ayaklanma cesareti bulamamış oldukları düşünülebilir. ancak ciddi bir tepkinin, böyle bir cesareti meydana çıkarması da beklenebilir. muhtemelen bir çoğu dağlarda gezerken "müslüman olduklarından" haberdar bile olmadılar veya üstünkörü bir şeyler işittiler ve fazla iplemediler. iman ve ibadetle tanışmaları ise daha ziyade gezgin dervişlerin çalışmaları ile oldu.

bu arada nasıl olup da böyle bir din değişikliğinin yaşanabildiğini düşünürken, hangi dine geçtikleri kadar hangi dinden ayrıldıklarını da dikkate almak lazım. jean paul roux türklerin ve moğolların eski dini adlı çalışmasında orta asya'da iki tür dini akımın bulunduğunu söylüyor. bunlardan biri genellikle merkezi idarenin zayıfladığı dönemlerde etkili görünen şamancılık türü inançlar, diğeri de bir merkezden yönetilen kuvvetli devletler zamanında hakimiyet kazanan gök tanrı inancı. ikincisine göre kagan, tanrı'nın yeryüzündeki iradesinin bir temsilcisi olduğuna göre, emirlerinin tartışmasız kabul edilmesi de mantıksız değil. ancak eski türklerin dini inanışları hâlâ fazla aydınlatılamadığı için bu konuda fazla spekülasyon yapmak da sağlıklı olmayacaktır. isteyen elbette türklerin dayak zoruyla müslüman edildiklerine inanıp gece rahat uyuyabilir. keyifinize bakın.
(sirkencubin, 14.11.2003 13:22)


ilginç bir şekilde mecraından çıkarılan bir konudur. emevi politikaları, kuteybe'nin türkistan'daki sert tutumu gibi konular elbette malum. buraya kadarki kısmı türklerin işkenceye maruz bırakılması olarak okumak da mümkün. ama "bizi ilgilendiren tarih buraya kadardır" beyanını anlamak mümkün değil. emevilerin baskısının türkleri müslüman olmaya yönelttiğine dair bir şey anlatılmıyor, tam sıra talas savaşına gelince hikaye yarıda bırakılıyor. talas savaşından sonra arap-türk ilişkilerinin yumuşamaya başladığı malum. sertlik politikasının o tarihe kadar türklerin müslüman olması konusunda net bir gelişmeye yol açmadığı da ortada. toplu olarak müslüman olan ilk türk boyunun, maveraünnehir'den uzakta yaşayan idil bulgarları olması, devlet teşkilatı ile birlikte müslüman olan ilk türk topluluğunun karahanlılar olması hatırlanınca, tarihin devamını da okumak gerektiği ortaya çıkıyor. belki sâmânîler dönemi özellikle dikkatli okunması gereken dönem olabilir. bir ara ele almak lazım. yine de gratanich'i gayretinden ötürü kutlamak istiyorum. boş konuşmak yerine, belge bulup ona dayanmaya çalışmak elbette olumlu bir tavır. taberi tarihi meşhur bir kaynak, z. kitapçı'nın eserlerine gelince, emin değilim, bir dönem beni çok heyecanlandıran ilginç şeyler yazıyordu, ama tekrar gözden geçirmem gerek.
(sirkencubin, 21.11.2003 13:48)


hede hödö dini / ekşi

demagoji dini. her yola gelir. insanlara "benim dini sebeplere dayanan şöyle bir ihtiyacım, böyle bir sıkıntım var. şu güzel ortamı bozmadan bir çözüm, herkese uyacak bir orta yol bulamaz mıyız" diye sorduğunuzda hemen bu kişilere vahiy (!) gelir, "iyi de şöyle şöyle böyle böyle bir din olsaydı ne olacaktı" diye mükalemeyi hiç ederler. siz "benim dinimde kaza namazı şudur, bu değildir" dersiniz, size hede hodo dininin kaza namazıyla öğüt vermeye kalkarlar. aslında bütün yaptıkları inançlara karşı eşit mesafedeymiş ayağına yatmak, onların inançlarının karşısında sizinkilerin bir kıymeti olmadığı şeklindeki kanaatlerini itiraf etmemek için topu taca atmak.

gizli paganistler sizi, o argümanı beğenmiyorsanız, bu argüman da var, ağlamayın sonra.
(sirkencubin, 10.01.2008 08:56)


duruma göre eğilip bükülebilen bir dindir, yahudilik, hristiyanlık veya budizm bunun kapsamına girmez. olayı soyut bir düzleme çekip bu ülkenin sosyal gerçekliğinde ne var ne yok gözden gizleme taktiğidir. taktik değilse, bilinçsiz yapılıyorsa daha kötü... işin ilginç tarafı hristiyanlık ve yahudilikle ilgili düzenleme de vardır bu ülkede (cumartesi ve pazar tatilleri), müslümanlıkla ilgili uygulama da vardır (bayram tatili), sorun aslında dinlere eşit mesafede davranma davranmama meselesi değildir. kurgusal evreninize ilgili öğeleri ekleyerek çatışmanın kaçınılmaz olduğunu savlayabilirsiniz, ancak pratikte herhangi bir dinin uygulamasını engellememek zorunlu olarak düzenin bozulması anlamına gelmez. soruna çözüm aramak yerine, ayak oyunlarıyla sorunu reddetmek anlamına gelir bu tavır. bu tavır çatışmanın kaynağıdır, çok-kültürlü bir toplumda toplumsal gruplardan birinin inancını referans alıp diğerini bağlam dışı bırakırsanız çatışmanın önünü alamazsınız. fırlamayın sakın meydana bizim inancımız yok diye, din dediğiniz sistemlerden biri olması gerekmiyor, vicdani kanaatleriniz, hayat tarzınız, değer yargılarınız, dünya görüşünüz, evrensel mantıksal zorunluluğu olmadan benimsediğiniz kabulleriniz var ve bunlardan oluşan sistem sandığınız gibi ortak payda değil, öyle bir ortak zemin icat edilmedi henüz yeryüzünde.

evde argüman tükenmez, karşımızda laftan anlayan insan olsa, tükense bile, tükendi deriz. ille meşe odunu istiyorsanız kendi tercihiniz...
(sirkencubin, 10.01.2008 10:48)


sosyal hayatta karşılığı olmayan dindir. dolayısıyla problem olarak karşımıza çıkma ihtimali olmayan dindir.

şimdi tane tane yazıyorum ve bu son inşaallah...

olayımız birbirine göre avantajı olmayan a dini ve b dini ile hepsine eşit mesafede bir ortak payda olarak seküler dünya görüşü değil. olayımız inanca karşı inanç. inanç nedir anlamadıkları için kendi inançlarının farkına varamayanlara bunu anlatmak güç olacak, ortada her şeyi kendi inancına, yani kendi vicdani kanaatlerine, kendi hayat tarzına, kendi değer yargılarına, kendi dünya görüşüne, evrensel mantıksal zorunluluğu olmadan benimsediği kendi kabullerine göre düzenlemek isteyen ve ötekinin inancını toplumsal hayatta olabildiği kadar kısıtlamaya çalışan bir toplumsal grupla ikinci sınıf vatandaş olmak istemeyen, inançlarının yok kabul edilmesini sineye çekmek istemeyen bir grup var. inançlarınızın ismini koymaktan kaçındığınız için, inanç olmaktan çıkacaklarını sanıyorsanız yanılıyorsunuz. yaptığınızın adı laiklik değil. laiklik çeşitli inançların birbirini engellemeden bir arada bulunabilecekleri, çelişkilerin çatışmaya dönüşmesinin minimuma inmesini sağlayacak, uygulanabilir bir orta yol arayışı. inancını bana dayatmanın adı laiklik değil. bunun adı demokrasi de değil. ben ne dersem o olur türü rejimlere başka isimler veriliyor.

"a dinine mensup bir kişi dini vecibelerini yerine getirmek istiyor. ama yapmak istediği eylem, şu veya bu şekilde benim bazı haklarıma ve özgürlüklerime tecavüz anlamına geliyor. bu durumda ne yapılır? bu durumda o kişi o eylemi yapamaz, yapmamalı" demek şu anlama geliyor: a dinine mensup kişinin dini vecibeleri, [sekülarizm, materyalizm, humanizm, paganizm, ya da adını sen koy] (=b) dininin vecibeleri ile çeliştiğinde kategorik olarak a dininin vecibeleri reddedilecek ve b dininin vecibeleri uygulanacak, böylece hiçbir durumda b dinine mensup kişilerin haklarına ve özgürlüklerine tecavüz edilmeyecek, ama bununla çelişiyorsa a dinine mensup kişilerin haklarına ve özgürlüklerine tecavüz edilecektir. kısacası bu ülkenin resmi dini b dinidir, a dini mensupları ikinci sınıf vatandaştır. bu kadar anlıyorsunuz işte siz laikliği de demokrasiyi de...
(sirkencubin, 10.01.2008 11:30)


sondan sonraki son...

hede hodo dini x değildir. "varsayalım ki x=1928385 olsun"dur. niye varsayalım lan? 1928385 yok hiç memlekette, 14412 var, 5373 var, ne bileyim 4904 var, 1928385 yok, hasta mısınız nesiniz? varsayalım ki halam amcam olsaydı demekten ne farkı var bunun?
(sirkencubin, 10.01.2008 12:01)


tak-çıkar özellikleriyle çok pratik bir dindir, her türlü hava ve yol koşullarına uygulanabilir.

son demiştim di mi, vazgeçtim, ciddiye aldığım en az bir kişi zuhur etti zira.

mecazlar gayet iyidir efendim, elverir ki muhatabınız ne dediğinizi anlasın.

eğer hayatınızı libidonuzu tatmin etmeye adamışsanız, "bir anlamda" o sizin dininizdir. var öyle şeyler, mesela hayatını kasasını doldurmaya adamış bir varyemezin dini, paracıklarıdır.

kısa keselim, zurnayı zırtlatalım.

iki mesele var önümüzde:

1) lost dininin gerekleri avrupa yakası dininin gerekleri ile çelişise ne olacak yahut galaktika dini genel toplum düzeni açısından sorun çıkaracak taleplerle ortaya çıkarsa ne olacak?

2) uygulamalara zemin teşkil edecek tutarlı teorik zemini hangi esasa göre oluşturacağız?

bu noktada toplum sözleşmesi gibi bir kavrama ihtiyacımız var galiba. sorunu çözebilmek için öncelikle unsurlarını, önemli problemlerini, kırılma noktalarını gözardı etmememiz gerekiyor. madem din kelimesi bu kadar elercük oluyor, weltanschauung diyelim onun yerine, hem din dememiş oluruz, hem günlük coolluk ihtiyacımızı gidermiş oluruz. (kelimenin nasıl yazıldığını bulmak için sözlük karıştırmam gerekti, hegel, weber falan da okumadım, üstüme gelmeyin. sahi nası okunuyo bu? çok da uzun be, ben ona kısaca welty diyorum şimdilik*) ne diyordum ben ya? ha, bu welty nesnelerinin yol açtığı sorunları gidermenin yolu onları reddetmek değil, çünki bastırdıkça basınç artıyor (bkz: topu kesmek). bunun dışında kutsallığını ispatlayamamış a dini weltysini esas almak ne kadar baskı yaratıyorsa, kutsallığını ispatlayamamış b felsefesi weltysini esas almak da o kadar baskı yaratıyor. bunun türkçesi şu: sekülarizmi tarafsızlık ve islam'ı da hizaya gelmesi gereken taraflardan biri olarak kodladığınız zaman kafadan işi bozmuş oluyorsunuz. niye islam'ı tarafsızlık olarak almıyoruz diye soracak o zaman halk size. soruyor zaten, anlayan var mı belli değil. soyut düşünce, rasyonel akıl dediğin nedir, güzel kardeşim? islam'ı baz alırsak, eşit mesafe ortadan kalkar diyorsun, doğru söylüyorsun. sekülarizmi baz alınca da eşit mesafe kalkar diyorum ben de. toplumun gazını alacak, deli gibi tartışmayı bıraktırıp iş ve fikir üretmesine imkan sağlayacak bir sözleşme yapacaksak, hepimiz eşitiz, ama biz daha eşitiz tribini bir kenara bırakmak gerekiyor.

masaya oturduk, biliyoruz ki elimizdeki teorik çerçevelerin hiçbiri evrensel değil, hangisini seçersek seçelim biri mutlaka itiraz edecek. ne yapmalıyız? ya biraz öyle biraz böyle diyerek vaziyeti idare ederiz, ki milli alışkanlıklarımızla gayet uyumlu olur bu, biraz irrasyonel olsa da, veya rasyonel olmayı seçip "bi çerçeve lazım arkadaşlar, yapıcı olalım biraz" diyebiliriz. o ya da bu, bir çerçeve seçildiği zaman neye dikkat etmek gerekir? çerçeve seçildi diye hayatın bayram olmayacağına dikkat etmek gerekir. eğer masadaki taraflardan birinin benimsemediği halde, toplumsal barış için çerçeveye kerhen destek verdiğini unutursak, kazan patlar bir süre sonra. bir talebi karşılamanın başka bir talebi baskılamak anlamına geldiğini aklımızdan çıkarmayıp, baskı-talep dağılımının dengesini kuran, toplumsal dinamikleri zorlamayan bir teknik geliştirmeliyiz. b felsefesinin çerçevesini seçtik diye a grubunun 5.4 şiddetindeki bir problemini, b grubunun 1.1 şiddetindeki bir görgü kuralına feda etmeye kalkarsak çatışmanın önünü alamayız. sana göre zararlı ve olmaması gereken bir şeyin bana göre de o kadar zararlı ve olmaması gereken bir şey olmasını beklersen daha çok beklersin. tolerans gerçekten önemli, anahtar kavramlarımızdan biri. bunu hayata geçirirken b grubunun kendi paradigması içinde zararlı ve olmaması gereken bir şey olarak kodladığı x eyleminin, evrensel olarak zararlı ve olmaması gereken bir şey olduğu savıyla ortaya çıkarsan, b karşısında a'nın bir ilkelliği ifade ettiği söylemini dilden düşürmezsen, bunu a grubuna hakaret ederek ortaya koyanları normal karşılarsan, hele hele b çerçevesi seçiminin hedefinin a bakış açısını zaman içinde ortadan kaldırmak olarak kodlarsan, a grubunun desteğini kaybedersin. toplumsal gerçekleri ortadan kaldırma çabası toplumsal gerçeklerin sizi ortadan kaldırmasıyla da sonuçlanabilir, filan parti niye %70 oy aldı diye gelmeyin sonra karşıma.
(sirkencubin, 11.01.2008 11:12)

bana solcular adam öldürüyor dedirtemezsiniz / ekşi

aslında dil yâresi bir sözdür bu.
bana sağcılar adam öldürüyor dedirtemezsiniz sözü muhtevasından ziyade söyleyen/ söylediği iddia olunan kişiden kaynaklanan bir sıkıntının taşıyıcısıdır. türkiye'de sağ ve sol kavramlarının kendine has ve dünyadakinden farklı bir mânâ taşıması bir yana, bu sağ-sol dikotomisi yurdumuzdaki fikri ve siyasî yapıyı tasvir etmek için son derece yetersiz bir skala teşkil ediyor. üzerinize yapışmış bir sağcı yaftası ile bir de bakıyorsunuz ki hiç de benimsemediğiniz, kendinizden görmediğiniz, belki nefret ettiğiniz insanlarla aynı safta sayılıvermişsiniz. olmaz öyle şey. solcu değilsem sağcı olmak zorunda mıyım? belki de "demirel sağcıysa ben sağcı değilim" diye geçiyor içimden, nereden biliyorsunuz?
mizah malzemesi olabilmek bir sözün başına gelebilecek en fena hallerden biri olsa gerek. mizah keskin bir kılıç, ama hakikate sadakati titizlikle takip edilmediği zaman "geldi kafiye, gitti safiye" yaklaşımı ile haksızlık etmeye en elverişli bir faaliyet. yıkıcı bir yönünün olması hem gücü mizahın, hem zaafı. eleştiri konusunda bire bir, ama tenkid konusunda değil. eleştiri kelimesinin hemen her zaman olumsuz bir mânâ yükü ile kullanılmasına mukabil, tenkid nakd kökünden gelen ve kıymetini takdir etmek demeye gelen bir kelime. mizah icra ederek "yapmak", yıkmaktan çok daha zor. meydana getirdiğiniz kurmaca dünyanın doğruları kolayca hakikatin yerini alabiliyor. dahası insanlar bu kurmaca dünyanın verili değerlerini gerçek hayat için veri kabul edebiliyorlar. artık gel de anlat derdini.
bütün kabahati karşı tarafın inafsızlığında aramak da bir kaçış yolu. içine düştüğümüz halin bir sebebi de dilsizliğimiz. evet, yangından kurtarılacak çok şey varken, yangın yeri paniği içindeyken, sakin bir kafayla düşünmek, üretmek kolay değil. evet, hayatımız için savaşmak zorundayız. evet, aklımız, kalbimiz, vicdanımız çanakkale'ye defnedildi, kalanı sindirildi, terörize edildi. ama heyecanlanmak elimizi ayağımıza dolaştırmaktan başka bir işe yaramaz. gayret... ümit... üzülmeyelim, güzel şeyler de oluyor.
kimin kime ne dedirtebildiği önemli değil. siz dosdoğru olun, eller ne derse desin. zeytinyağına üste çıkıyor diye kızmalı mı? bu onun tabiatı. "solcu olmak adam olmaktır" diyebilmiş olanlar "solcular adam öldürüyor" diyebilir mi? hem solcular "adam öldürmüyordu" ki öyle desinler, ülkücüleri öldürüyorlardı, acımadan. acımızı kalbimize gömmeyi ve yarına bakmayı da bilirdik, yeter ki içinde beraber seyahat etmekte olduğumuz şu gemiyi tepişirken batırmaktan kurtaracak bir ortak paydada buluşabilmenin çaresini bulabileydik.
umurlarında mı?
(sirkencubin, 18.02.2003 00:54 ~ 00:57)


solcu demagogların böyle bir laf etmesine gerek kalmadı, onlar hep topu karşı sahaya attılar.

sol adına cinayet işleyenler, aynı zamanda devlet aleyhinde çalışıyorlardı. "sağ" ise temel bir değer olarak devlete sahip çıkma hissini taşıyordu. devlete, devletlûların tensip buyurdukları şekilde sahip çıkmak üzre onlarla işbirliğine gitmeyen "sağcı"lar da, en az solcular kadar mamak'ta, şurda burda "ezildiler", devlet devlet diye diye devletin sillesini yediler.

devlet için çalışmak, bu ülkede bıçak sırtı gibi keskin bir tanımlama oldu: hangi anda bir övgü, hangi anda bir suçlama konusu olacağını kestirmek güç oldu ve herkes işine geldiği gibi konuştu. devlet adına, devlet için hareket edenler, "yanlış" yapmış olabilirler. kim ne yaptı, kimin niyeti neydi, kimin eli ne kadar karaydı, kimin alnı ne kadar aktı, ortada dönüp dolaşan demagojilerden öte bir bilgim yok, hiç bir şahsı yargılayamam, yahut aklayamam. ama şundan şüphe etmiyorum: devlet için çalışmak sözünü bir suçlama olarak dillerine dolayanlar, kapkara bir sakız gibi çiğneyip duranlar, bilerek veya bilmeyerek devlete düşman olanlarla bir saf tuttular. ha, devlet, "devlet düşmanı" olanlardan veya öyle görünenlerden veya dönenlerden hiç birini istihdam etmedi mi? bilmiyorum efendiler, siz daha iyi bilirsiniz.

sizin tarih ne yazar bilemem, bizimkinde de sovyetlerin beşinci kol hücreleri türkiye'de bir kızıl devrim gerçekleştirmek amacıyla tedhiş faaliyetlerine başlayınca, milliyetçilerin savunma vaziyeti aldıkları ve ilgili dernekleri kurdukları yazıyor. ha, bu işi gladio mu tezgahlamış? olabilir, bilemem, belki. öyleyse eğer, hoş mudur? değildir. amma güzel yurdumda kızıl postal görmek kadar da nahoş değildir. türkiye'yi diğer bir afganistan haline getiremeyenler istedikleri kadar çatlayabilirler: amma eğri, amma doğru, ne yaptığını biliyor veya bilmiyor, sarhoş mudur, bîhoş mudur belli değil, yine de neticede türkiye'de bir devlet var, türkiye hâlâ türkiye cumhuriyeti.

takvime bakanlar, bir zahmet takvim yaprağını çevirip arkasını da okusunlar: aynı silahla sabah bir sağcının, akşamüstü bir solcunun öldürülmesi gibi provakasyonlardan, şartların olgunlaşmasından, daha önce her nasılsa bir türlü durdurulamayan "akan kan"ın bir gecede bıçak gibi kesilmesinden bahseden bir şeyler yazması lazım oralarda bir yerlerde.
(sirkencubin, 31.08.2003 15:42 ~ 15:46)


devleti koruma işinin devletin resmi görevlisi olmayan kişilerin üzerine düşmüş olması gerçekten de can sıkıcıdır ve ciddi sorunlar yaşandığı da ortadadır. üstelik olağanüstü şartlarda biraraya gelen insanlar arasından her türlü çürük yumurta da çıkmıştır, acıdır. işin doğrusu çarpışmanın bütün tarafları bu kavgada kurban durumundadır. bu işlerin hangi masalarda kotarıldığını, kimin ne kadar samimi olduğunu, kimin kim tarafından kullanıldığını bilmeye yetecek somut verilere sahip değilim, çok önemli de değil. önemli olan, refleks tepkileri provake eden, belirli çevrelerden insanların, dramı geniş bir çerçeveden değerlendirmek ve her tarafa hakkını teslim etmek yerine ilkel bir nalıncı keseri tavrında inat etmeleridir. konu uzundur, ama anlayana bu kadarı da yeter.
(sirkencubin, 06.12.2003 00:00)


bu arada "devletin" iki taraf arasında taraf tutmasının yadırganması da tuhaftır. devletin devlet karşıtı kişileri de destekleyerek herkese babalık yapması biraz saçma olurdu. yanlış olan "sorunun" çözülmesi için herkesin en fazla zarar edeceği, en çok fatura çıkaran yolun seçilmiş olması, kanı kanla yıkamaya çalışmak. "devlet onları koltukladı bizi ezdi" gibi bir gücenikliği anlamak zor, zaten şikayet edenlerin sıkıntısı devletle değil miydi? diğer yandan devlet eğer birilerini koltuklamışsa, bundan en çok zarar edenler de yine aynı gruplar olmuştur. üstelik bunlar da devlet bizi ezdi kırgınlığı içindedir. devlet eğer bir yandaşlık yaratmışsa, bunu "dost olmayan" kitle tetiklemiş ve körüklemiştir. insanlar durduk yerde silahlanmadılar. her iki taraf için de yüreğimizin kan ağlaması gerekir, ama insanlar hâlâ bir hıncı, kini sürdürmek istiyorlarsa, söylenecek pek bir şey yok, kendi düşen ağlamaz.

hadiselerin bugünü örneklemeye ne kadar uygun olduğundan şüpheliyim. demagoji nedir size söyleyim: ortalığı karıştıran bir kaç örneği ele alıp bütün bir değer yargıları cümlesi mensuplarını itham altında bırakan bir edebiyatı kusmaktır. olup bitenleri onları karalamak, ezmek, hakaret için kullanmak vicdanla bağdaşmaz. herkes hata yapar ve hata yapmanızı anlarım. ama kimse kendi yoğurduna bakmadan kestiği ahkamın kabullenilmesini de beklemesin. kim kimi ne kadar mağdur etti, kim ne kadar gaddardı, bunun muhasebesini herkes kendi vicdanında yapsın.

iktidarın bir grubu destekleyip diğerini ezmesi düşman yaratabilir. peki bugün ne oluyor dersiniz?
(sirkencubin, 06.12.2003 01:35 ~ 01:37)


anlaşılamamış bir sözdür bu.

bir kere hep şehlâ bir nazarla bakılır mevzua. "sağ" nedir? mhp'liler, dp ve takipçisi olan partilerle nerede ne kadar birleşir, ne zaman ne kadar ayrılır? bunların muhasebesi yapılmaksızın hadisenin sorumlularından bir grup bütün olup biteni kendilerinden başkalarına fatura etmekte inat eylemektedir. ayrıntıya inme lüzumu hissetmeksizin türkeş'in bir sözünü hatırlatıp geçmek istiyorum: "solun ihanete varan tavırları karşısında, sağla olan kavgamızı ertelemiş bulunuyoruz". cümleyi kelimesi kelimesine hatırlayamamış olabilirim, ama bu mealde bir söz. milliyetçiler merkez sağın güllük gülistanlık olduğunu savunmadılar, ama ortada soldan gelen ciddi bir tehdit vardı ve dikkatlerini özellikle ve öncelikli olarak o tarafa yönelttiler. diğer taraftan yiğidi öldürürken bile hakkını yememek gerektiğini düşünüyorum. hiç bir şey yapmamak isnadı yersiz, yol ve baraj yapmak bile bir şeydir. ha niye demiryolu yapmadılar da karayoluna abandılar? niye üretime yönelik rasyonel politikalar uygulamadılar? daha başarılı olamaz mıydılar? bunlar önemli sorular. diğer taraftan bugüne kadar sol ne yaptı? şahsi kanaatim bugüne kadar türkiye'de solun problem çıkarmak dışında yapabildiği şeyin koca bir hiç olduğu. ama bunları tartışmanın yeri bu başlık değil ve böyle bir şeyi tartışmayı da düşünmüyorum.

ortada bir algı sorunu olduğu kesin, ama acaba kim neyi ne kadar doğru algılıyor? elbette olup biten takım taraftarlığı türünden basit bir şey değildi, ki öyle olduğunu da söylemedim. zaman zaman insanlar takım seçerkenkilerden daha basit sebeplerle de bir tarafa katılmışlardır, ama olay bununla bitmiyor, çok karmaşık bir konu bu. solun olayları sağın tertiplediği bir komplo olarak takdim etmesinin özellikle kendi yandaşlarına yönelik bir dezenformasyon süreci olduğunu düşünüyorum. "aydın kırımı" bir kavram olarak basit bir şey değil elbette, ama hadise bundan çok daha komplike idi. kaldı ki sağdan da çok değerli bir çok insan hayatını kaybetti. gün sazak bu ülkeye hizmet etmekten başka ne yapmıştı? sağdan yahut soldan, çatışma yüzünden hayatını kaybeden bütün aydınlar bu ülkenin kaybıdır, her biriyle birlikte türkiye'ye de yazık olmuştur. bu süreci sağın kapısına bırakıp kaçmak iftiradan başka bir şey değildir. bu başlıkta kendimizi paralayarak anlatamadığımız da budur, sol kendi siciline bakmayıp her kötülüğü sağdan bilmektedir. sağ cephede yer alan bir takım psikopatlar bir takım yanlış işler yapmış olabilir ve bunları herkesten önce sağın kınaması lazımdır. ama neden sol kendi ayıplarını paspasın altına süpürürken sağ herkesin önünde eğilip özür dilemeli? yapılan her şey karşılıklı ve herkesin hakkı teslim edilmeli.

bahsi geçen kişiyi maalesef tanımadığım için kızılordu'da bir rütbesi olup olmadığını bilmem mümkün değil. ama aydın geçinen bir sürü insanın kgb'nin 5. kol görevlileri gibi davrandığı da gün gibi aşikar. bu insanların ne kadarı solun namusunu temsil ediyordu? bir çoğu sonradan geçmişlerini reddettiler belki, geçmişleri onları reddetti, döndüler. zaten eyyamcı idiler falan filan. ama borazanlık vazifesini iyi yaptılar ve insanların kulaklarında bir takım sloganların sonsuz bir git-gel ile yankılanıp durmasını sağladılar. kafanızın içindeki uğultuyu susturup biraz da başkalarını dinlemeye çalışın. belki bir kaç şeye başka bir açıdan da bakabilmeniz mümkün olur bir gün.

60 anayasasının getirdiği özgürlük ortamı dediğiniz şey, taşları bağlayıp köpekleri çözmekten başka bir şey olmadı. bir yandan halkın seçtiği hükümetlerin elini kolunu bağlayın. diğer yandan yargıyı her şeyin tepesine çıkarın ve belirli siyasi görüşten insanların eline teslim edin. üniversiteleri ideolojik merkezler haline getirin, sizin gibi düşünmeyenleri baskılamaya çalışın, gençleri gaza getirin, bilimin yerini propagandaya verin ama bilim lafını da ağzınızdan düşürmeyin... nasıl bir özgürlükmüş bu? stalin veya mao'dan ilham alan bir özgürlük anlayışı olmasın sakın? arkanızı sağlama aldığınızı düşünüp sizden olmayanları yok etme harekatına girişin. sonra silahlı tedhiş faaliyeti başlatın. size karşı direnenlerin olsun bütün kabahat. oldu canım...

işin can yakan noktası şu, gençlere, kavganın her iki tarafına da yazık oldu. gençleri silahlandırıp birbiri üzerine salmak gerçekten de affedilir bir şey değildi. ama bunu "iktidar sahipleri" dediğiniz insanların bir komplosu sanmayın. çok parmaklar vardı bu işin içinde ve sizin aydın dediğiniz insanlar arasında karışmış ve sayıları hiç de az olmayan hergeleler de yaptı bunu. hem de herkesten fazla... herkesten önce kargaşayı körükleyenler de bunlardı. kuru gürültü ile bu insanların suçlarını ört bas edemezsiniz, bari kabullenmeyin bunu, her yanlışı savunmak zorunda değilsiniz.

gençliğin böyle bir kavganın içine itilmesini onaylamadığımı yazıklarımdan anlamıyorsanız zaten bir şey söylemenin anlamı yok, dilimde tüy bitti... kimsenin katliamı onayladığı yok. bırakın artık inadı. katliam tek taraflı değildi, ama siz bırakın onaylayıp onaylamamayı, taraflardan birinin bütün yaptıklarını yok sayıyorsunuz. "bana solcular adam öldürüyor dedirtemezsiniz" diyorsunuz, farkında değilsiniz. şu kızıl postal meselesini de hafife almayın. kavganın acılarını bahane ederek bir türlü gelememiş kızıl postallı sevgililerine ağıt yakarak uluyanları aranızdan def edin ki sesleriniz karışmasın bu habislerle.

ayrıca demagojiyle peynir gemisi yürümez. gençleri sahaya sürmek yanlıştı dedik, ordu göreve diyenleri niye destekleyelim? üstelik ordunun göreve çağrılma gerekçelerini de benimsemiyoruz, gerekçe ne olursa olsun ordunun böyle işlere karışmasını da benimsemiyoruz. ha, ordunun işe karışması ile gençlerin bu işe karıştırılmaları da farklı şeylerdir, ikisinin de yanlış olması bir yana, karşılaştırılmaları da hatalıdır, bunu da ekleyelim. bir de şunu ekleyelim, biz sol denen şeyin yekpare bir kitle olmadığının ve aralarında begayet fikir namusu sahibi insanların bile bulunduğunun farkındayız, ama madem demirel'in sözleri bile "sizdendir" diye bize mâlediliyor, biz de pekâlâ bir gün antimilitarist kesilip ertesi gün orduyu göreve çağıran omurgasızların nedense hep solcular olduğunu söyleyebiliriz. alın da başınıza çalın namusunuzu.

daha söylenecek çok şey var belki, ama uzatma lüzumu görmüyorum. bu başlık altında kendime ayırdığım yer doldu, geri kalan kısmı istediğiniz gibi doldurabilirsiniz. atış serbest...

not: şu laiklik ve demokrasi konuları da çok ilginç, fırsat olursa bir gün başka bir başlıkta bu konulara da girmeyi ümit ediyorum, ya nasip...

edit: gelecek program: (bkz: yollar yürümekle aşınmaz)
(sirkencubin, 07.12.2003 16:34 ~ 08.12.2003 09:24)

baş örtüsüne kafayı takmak / ekşi

başını örtenlerin bir açığını aramak, bulamazsa saçma sapan tartışmalar açarak, garip fikirler üreterek konuyu gündemden düşürmemeye çalışmak veya inançtan kaynaklanan hareketlere siyasi eylem yakıştırmasında bulunmak ve kişisel tercih meselesi olabilecek şeyleri eleştirir tarzda dile dolamak. genellikle bu tür davranışları sergileyen kişiler kendilerine benzemeyenlere karşı tahammülsüzlük gösterme eğilimi sergilemektedirler. bu tavrın temelinde bir takım şartlanmışlıklar da bulunabilir. böyle davrananların bir kısmı safça kendilerinden farklı bir kimlik algısı bulunan halk kesimlerinin ülkeyi karanlığa sürükleyeceğini düşünür ve bu endişe içinde saldırganlaşırlar. bir kısmı yadırgadıkları şeylerden bahsederken nasıl bir üslup takip etmeleri gerektiği konusunda gaflet içindedirler, onların kendilerine gayet normal gelen hareketlerinin de başka altkültür gruplarında yadırganabileceğini kestiremezler. bazıları da sadece tahrik olsun diye saçmalamaktadır.
(sirkencubin, 12.06.2003 14:59)


başörtüsüne uzanan elleri kırmaya meyilli kesimin, "kendi bölgelerinde" mini etek veya şortla dolaşılmasını hazmetmeyi öğrenmeleri gerekmekte ise de, iki konu arasında ciddi farklılıklar bulunmaktadır. başını örtmek temelde bir inanç ve ibadet meselesidir, mini-şort giymek değildir. söz konusu bölgeler bazı şehirler ile veya bazı şehirlerin belirli semtleri ile sınırlıdır. inancını bu şekilde yaşamayı tercih edenlerin -adeta gettolara kapatır gibi- bu bölgelere sıkıştırılması toplumsal dengeyi bozabilecek ciddi sıkıntılar doğurabilir. mini etek veya şortla gezenler kamu alanlarından dışlanmamakta ve temel haklarından mahrum edilmemektedir. konu daha da uzatılabilir belki, ama bunları yazmaktan başka işlerim de var. ancak mesela, başörtüsü üzerine kask takmayı yadırgayanlar, bunun uzun kollu sweat-shirt üzerine kısa kollu t-shirt giymekten, hatta sweat-shirt üzerine giyilmiş t-shirt havası veren giyecekler giyinmekten daha abes olmadığını düşünmelidirler. ne yani, ben de piercing yaptıranları, bir kulağına hiç küpe takmayıp diğerine beş tane takanları yadırgıyorum, aslına bakılırsa küpe denen nesneyi külliyen yadırgıyorum. kirli görüntüsü veren kot pantolonları yadırgıyorum, sabahları otobüste gördüğüm çocuğun hem hırkasını, hem çantasını yadırgıyorum. daha bir sürü şeyi tuhaf ve zevksiz, abuk sabuk ve acayip buluyorum, bunları mesele etmeli miyim?
(sirkencubin, 12.06.2003 15:35)


mesaj atan bir yazar "cok yanlis dusuncelerin. bas ortululere karsi bir sempatin oldugun veya sahsen giydigin cok belli. sen sokakta bas ortunle yurursen zaten kimse bir sey demez, deseler bile gene o laf soylenenin nasil senin kendi kisisel inancin varsa o kisinin kisisel inancindandir. devlet dairelelerine elbette basortusu sokulmamalidir. basortusu musluman kadinin simgesidir ve muslumanligini belirtmek istersen bir devlet dairesinde bu laiklige karsidir. bunun yaninda basortusunun kendisine inersek; insanlari uyutmak icin kullanilan gereksiz bir sey oldugu kadar inanc olmadigi gibi hic bir islevi yoktur.
tum niyet propogandadir. zaten basortululerin cogu geri kafa insanlardir dolayisiyla toplumdan dislanmalari veya oyle bir genelleme altina sokulmalari da normaldir." diyor, bakındı hele...

başörtülülere karşı sempatiden fazla bir şeyler besliyorum, tasvip, takdir... bunun çok belli olmasını da gayet tabiî buluyorum, ne yani çok aykırı bir şey mi ki, çok belli etmemeye çalışayım? evet efendim, ayyynen öyyle...

ben hanım olmadığım için başımı örtmüyorum, ama sokakta yürüyen başörtülü bir hanıma kimsenin bir şey dememesi gayet normal sayılması ve ayrıca bir lütuf gibi bahsedilmemesi gereken bir durum. esasında ben de şöyle güzelce bir sarık sarınıp gezmeyi isterdim, ama yapmıyorum, teşebbüs etmiyorum ve hepsinden ötesi bunu yapamıyor olmamı mesele edinmiyorum. eğer amacım bir siyasi sembolle ortalığı karıştırmak olsaydı -sarık da aslında "siyasi" sembol değil ya- bunu hanım kızlara bırakmaz bizzat yapardım. aradaki fark şu: sarık sarmak farz değil ve ben yapmak zorunda olmadığım bir şeyi yapamıyorum, engelleniyorum diye "ortalığı karıştırmayı" göze almazdım, biliyor musunuz bilmem, ama "fitne küfürden şiddetli"dir ve hadise çıkarmak, çıkmasına sebep olmak hiç de isteyeceğimiz bir şey değil. ancak tesettür farz. başörtüsü değil aslında sadece, kadın erkek herkesin bu emre uyması gerekiyor. ancak kadın vücudu için bildirilen örtünme şekli ile erkek vücudu için olan birbirinden farklı. başörtüsünün mesele haline gelmesi ise, birilerinin bunu mesele ediyor olmasından kaynaklanıyor. faraza, devletlularımız başörtüsüne kafayı takmasa da mesela, eteklere takılsalardı, mini etekle gelmeyen devlet dairesine giremez demiş olsalardı o zaman başörtüsü meselesi değil etek meselesi olacaktı. mesele insanların inandıkları gibi örtünme hürriyetlerinin sudan bahanelerle ve açıklanmayan niyetlerle engellenmesidir. ben de işe gelirken şort giymek zorunda bırakılsa idim, başörtüsü meselesine benzer bir pantolon meselesi olacaktı. meselenin ne olduğunu ve nereden çıktığını doğru teşhis etmek gerek.

sokakta başörtüsü ile yürüyen bir hanıma kimse bir şey demiyor olabilir, buna mukabil medya ve devlet daireleri çok şey diyor. sokakta bir şey diyenin olmaması, insanların engellenmediği anlamına gelmiyor. "deseler bile bu kişisel inançtır" demek de hoş, benim kişisel inancım tartışma konusu ediliyor da, sizinki neden dokunulmaz sayılıyor? ben de bu söze mukabil, "sokakta miniyle gezenlere laf atmak caizdir, kişisel inançtır" demiş olsam, bu sözden daha fazla mı saçma olurdu?

başörtüsünün gerçekten de bir simge olduğunu kabul etsek bile bu bir şeyi değiştirmez. hatta bırakın dini simge olmayı, siyasi simge olmuş olsaydı bile yine de bunun bir anlamı olmazdı. kamu alanlarında kişisel inancına uygun hareket etmekle laiklik arasında kurulabilecek bağlantı herhalde bir zihin sefaletinin eseridir. okula che resimli tişört, rozet ve benzeri metalaştırılmış ideolojik sembolle gelen öğrencilerin siyasi bir sembol taşıyıp taşımadığına aldıran var mı? mesele bir siyasi sembol meselesi olmadığı gibi, esasta sadece laiklik ilkesi ile ilgili bir husus da değil. ne olduğuna birazdan bakacağız.

başörtüsü ile bir insan nasıl uyutulabilir? ancak bir bebeği battaniye yerine, bir başörtüsü ile sallayıp uyutmaya kalkarsanız böyle bir şey olabilir, saçmalamamak lazım. inanç olmadığını da nereden çıkarıyorsunuz? insanlar inanıyoruz diyorlar, hayır inanç değil diyorsunuz. kime göre, neye göre? işlevi olmadığı da doğru değil, olduğunu siz de biliyor olmalıydınız. propaganda meselesine gelince, gerçekten bu amaçla bu konuya takılan bir iki kifayetsiz kişi olabilir, ama temelde niyet bu değildir. dışlayacağınıza bu insanları anlamaya çalışsaydınız, yaşanan dramları da görme imkanınız olurdu.

"basortululerin cogu geri kafa insanlardir dolayisiyla toplumdan dislanmalari veya oyle bir genelleme altina sokulmalari da normaldir" işte bu harika bir laf. insanları ileri-geri diye kategorize etmekteki arızalı tarafı bir kenara bırakarak, bu söze mukabil mesela, "mini etek giyenlerin çoğu fahişedir" şeklinde bir genelleme yapsaydık ne düşünürdünüz? başörtüsü konusundaki genellemenin, etek ile ilgili olandan daha makul olmadığı ortada, ikisi de aynı derecede saçma. en azından... aslında fahişe kavramının bir tanımının olduğu, ama "geri kafa" kavramının kerameti kendinden menkul olmayan, iler tutar bir tarifinin olmadığı hatırlanırsa durumun tam bir zihin düşkünlüğü olduğu görülebilir. demek bu insanları toplumdan dışlamak yetkisini kendinizde görüyorsunuz? buna söyleyecek söz bulamıyorum, sadece azıcık insaf... bu arada dışladığınız ve baskı altına aldığınız unsurun, zorlamadan dolayı alacağı şekli de peşinen kabul etmelisiniz, sağlıklı gelişmesi engellenen, ancak gelişme gücü bulunan varlıklar sağlıksız şekilde gelişir.

bu kadar sözün üzerine, gelelim asıl meseleye. hayır efendim, eteğinizdeki taşları dökünüz, mesele sembol meselesi falan değil. daha önce sadece müstahdemler başlarını örterek okullara ve devlet dairelerine girerken kimsenin böyle bir sıkıntısı yoktu. ne zaman ki halkın benimsediği kimlik şuurunu taşıyanlar elitlere ayrılmış mekanlarda boy göstermeye başladı, oyunun tadı kaçtı. başörtüsü meselenin yakalayabildiğiniz tarafı. erkekleri de benzeri bir yolla ayıklayamıyor olmak sizi üzüyordur eminim. iş buraya gelince kadın hakları falan berhava oluyor. hani ayrımcılık yoktu? hani gericiler kızların eğitimini engelliyordu? vazgeçmişler demek ki, sevinmeniz gerekirdi... ortadaki kavganın kökünde egemenlerin dayattığı kimlik algısını halkın kabul etmemesi yer almaktadır. bu ülke insanının kim olduğuna dair bizim anlayışımızla, sizinki farklı ve bunca senedir inatla önümüze sürdüğünüz modeli benimsememiş olmamızı hazmedemiyorsunuz. bunca yıldır kafaları hâlâ bildiğiniz gibi formatlayamamış olmaktan dehşete kapılıyorsunuz. millet bildiğini okuyor, kabullenemiyorsunuz. daha çok baskıyla daha iyi bir yere varabileceğiniz çok şüpheli. size tahammül etmemizi bekliyorsanız, bize tahammül etmeyi öğrenmelisiniz.
(sirkencubin, 13.06.2003 01:03)


ahmet turan alkan, zaman'daki, "senin kitabın hangisi?" başlıklı yazısında meselenin fikrî temeline dair bir şeyler söylüyor. ehemmiyetine binaen edepsizlik ediyor ve aynen kopyalayıp yapıştırıyorum, buyurun efendim:


senin kitabın hangisi?

kadın meselesi, “cinsiyet”e değil, “insanlık”a dairdir; işi “cins” nokta–i nazarından ele alarak yola çıkanların son durağı ise feminizm çıkmazı. erkeklerin hükümran olduğu bir dünyada yaşadığımız doğru; şu meşhur 90–60–90 kriterini bile erkeklerin belirlediğinden şüphe etmiyorum. kadınlığın, erkeklerin hükümran olduğu bir dünyada istismar ve suiistimâlin başlıca konusu olması, müşkülün tabiatı itibariyle bir insanlık meselesi olması hakikatini perdeliyor ve anlaşılmasını güçleştiriyor.

kolay olan, “çekin dillerinizi kadınların üstünden” yaklaşımı; zor olan, kadın meselesinde serdedilen zafiyetin bir insanlık dramı olduğunu fark etmek. ilk düğmeyi doğru iliklemiyoruz ki ardı gelsin.

evet bu bir insanlık meselesi; allah dileseydi, iki cins arasına “cinsî gerilim veya câzibe” koymadan, nesillerin devamını biçimlendirebilirdi. yaratılışın mantığı açısından bakıldığında iki cins arasındaki câzibenin hem bir insanlık meselesi hem de bir imtihan sebebi olarak konulduğu açıktır. aynı gerilimi sair alanlarda da fark edebiliriz: mülkiyetle, hırsızlık veya gasp arasındaki ayrıntı böyledir meselâ, gerçekle yalan arasındaki mesafede bir insanlık meselesi vardır; değişimin en görünür nişânesi olan “zaman” kavramı böyledir ve bu gibi meseleleri, bir “değerler silsilesi”ni ihmâl ederek anlayamayız: zaman bizi kaçınılmaz ölüme götürüyor, zamana karşı direnmek insanlığın en ciddiye aldığı meselelerden birisi. yalanla gerçek, helâlle haram, meşru ile gayrımeşru arasında tercihte bulunurken yine bir insanlık meselesiyle karşı karşıyayız. bu gibi ezelî ve ebedî karakter taşıyan meseleleri, bir “değerler silsilesi”nin mihengine vurmadan kavrayamayız. bunda tartışmaya değer bir cihet yok.

batı dünyasında kadın meselesi çözülmüş müdür; âşikâr; şark âlemine göre kadın, medenî ve iktisâdi haklar itibariyle daha hür ama batı dünyasında bazı yönleriyle şarktan daha süflî ve acınacak halde. kadın kavramında “câzibe”yi temsil eden ne varsa bu âlemde bir ticaret metâıdır ve kadının en çok tüketildiği coğrafya garb istikametine düşüyor. şark âleminde kadın, medeni ve iktisadi haklardan geçtik, en evvel bir şahsiyet inşâsı derdiyle yüz yüze, âdeta insanlığın yardımcı hizmetler kadrosuna mıhlanmış vaziyette. bu hususta şark dünyasının sergilediği sefâletle, garb âleminin kadına tanıdığı medenî serbestîler, kadının sefâletine şifâ olmuyor, zira her iki âlemde de kadını bir insanlık meselesinden ziyâde bir “cinsiyet meselesi” olarak gören bakış açısı hâkimdir; suçlu aramak derdinde değilim ama bu bakış açısının inşâsına, yani “erkek egemen” dünya tasavvuruna, erkeklerle birlikte kadınların da hizmet ettiğini yeri gelmişken belirtelim: “benî âdem âzâ–yı yek digerend”

eşitlikle adâlet kavramlarına nasıl baktığımızı sınayarak yola çıkabiliriz; kadın meselesi söz konusu olduğunda eşitlik anlamsızdır ama adâlet her şey. müşkül buradaki her iki kavramın içini neyle dolduracağızı, hakem kabul ettiğiniz değerler silsilesi belirleyecektir. adâlet’i doğru kavrayıp yorumlamak bir insanlık meselesi, beynelmilel, ezelî ve ebedî bir insanlık zafiyeti. insana saygısı olmayanın kadına hürmet etmek gibi bir endişesi olamaz. her değerler silsilesinin bir “insan” kavramı var; siz hangi “insan” tarifini esas kabul ediyorsunuz? cemil meriç’in deyişiyle “senin kitabın hangisi?”

dünün pozitivizm’i, insanın fıtratında bilgiyi doğru kullanmak kaydıyla ilerleme ve gelişme yaratılabileceği varsayımlar ve sair “çağdaş” olduğu zannedilen paradigmaların hepsi birer “din”dir. din’in yerine ikame edilmeye çalışılan her şey birer din. hangi dini “üst değer manzumesi” kabul ederseniz ediniz, evvela dininize ve tabii kendinize karşı dürüst ve saygılı olacaksınız; belki işe evvela “din”inizin adını koymakla başlamanız gerekecek. bu noktada diyebiliriz ki en temel insanlık meselesi, “din”in teşhisi ve insanla din arasındaki alâkaların samimiyet ve sadâkat derecesidir. samimiyetsizlik ve sadakatsizlik, içinde kadın meselesinin dahi binbir iğvaya uğratıldığı ezelî bir insanlık zaafıdır ve bizim en temel görevimiz, –dinimiz her ne ise; ister ilâhî menşe’li, ister insan eseri olsun– dinimize, yani baş üstüne koyduğumuz değerler bütüne karşı samimi ve sâdık olmaktır.

***

islâm? islâm, âmentü ile başlar ama sonrasını her neviden “emek”le, yani dinin ahlâkı ile doldurmak gerekir; ahlâk da emektir ve sırf duruştan ibaret değildir; bu hakikati ıskalayarak sadece kadın değil, hiçbir mesele hakkında tavır geliştirmeye hak ve yetkimiz olamaz.

***

başörtüsü meselesi, ancak bu noktadan sonra tartışılabilir.
(sirkencubin, 13.06.2003 01:07)


afili laf kalabalığını, zeytinyağı gibi üste çıkmaları erbabına bırakıp gündemde neler var, doğrudan ona bakmak gerek. kimin başörtüsüne kafayı taktığı hususunda bir tereddüt hasıl olmuş. hemen aydınlatalım, "vay efendim, başörtüsünün üzerine kask taktı" gibi saçmalıklarla konuyu gündemden düşürmeyenlerden bahsediyoruz. tabiî ki "laik, demokratik" olmakla, başörtüsü meselesinde saçmalamak birbirinden ayrı olması gereken şeyler, bir insan hem laik, demokratik olup hem de karşısındakinin hakkını teslim edebilir. en azından teoride... bugün bir dost, girdiği resmî bir mekandan aşağılanarak kapı dışarı edilen başörtülü bir kişiden bahsediyordu. başörtüsüne karşı allerjik bir tepki, tiksinme ve nefret gösteren yöneticinin laik, demokratik olup olmadığını bilemiyoruz, ama en azından onları temsil etmemesi gerektiğini biliyoruz. ne var ki, ister görün, ister gözlerinizi yumun, sırtınızı dönün, inkâr edin; okulda, resmi dairede veya sokakta olsun, siyasi sembol anlamı taşısın, taşımasın, başörtüsüne kin besleyen ve her fırsatta bunu ortaya döken bir zümre var. kimi zaman sadece homurdanmakla, şirretlik etmekle yetiniyorlar, kimi zaman da, ellerine fırsat geçtiğinde onlardan olmamayı, onlardan olmayanların burnundan fitil fitil getirmek için ellerinden geleni yapmaktan geri durmuyorlar. dünyayı siyah ve beyazdan ibaret gören bu zümre, ileri-geri saçmalığına şartlanmış bir halde, kendi halinde dinini yaşamaya çalışan herkese irticacı yaftasını yapıştırmaktan geri durmuyor, işgal altındaki bir ülke gibi, gerginlik hiç bitmek bilmiyor. bunlar türkiye'nin batı medeniyeti ile göğüs göğüse geldiği dönemde, toplumun kimlik şuurunda oluşan çatlağın diğer tarafında kalanlar. batılı bir kimliği benimseyenlerin çok az bir grubu belki bunlar, ama işler bunların gazıyla yürüyor. bir arada, huzur içinde yaşamak için, giderek bir uçuruma dönmekte olan çatlağı aşmak gerekirken, bu güruh köprüleri yakmak için ne lazımsa yapıyor. halkın dilini konuşmazsanız, halka ulaşamazsınız. kim sizden önce ona ulaşırsa, sözünü dinletme imkanını ele almış olur. gerçekten samimi iseniz, suçlama ve itham lugatiyle konuşmaktan vazgeçip, "dini bütün, muhafazakar insanlarımızın" meramını anlamaya çalışın. onların hassasiyetlerine gerçekten kulak verin. belki böylece "dini konusunda mutaassıp, lakin dinini çokça iyi bilmeyen" insanlara "bir şeyler öğretme" fırsatınız olur. belki böylece "bu hassasiyet noktalarını kendi istikballeri istikametinde sömürmek" itiyadındaki çevrelerin orayı burayı kaşımasına fırsat vermeme imkanınız olur. olur a, belki de "halkımızın dimağına kazınmış karanlık ve çirkin önyargıları", kendi aydınlık ve güzel önyargılarınızla değiştirmek de nasip ve müyesser olur. nedendir bilinmez, birçoğunuz hâlâ fark edemedi, burada bahsettiğimiz dini hakim kılmak falan değil, sadece inanan insanların, inançlarını asgari şartlarda yaşayabilmesi. bu kadar basit bir şeyin nasıl anlaşılamadığını anlayamıyor, hâlâ mütemadiyen aynı yavelerin tekrarlanmasına bakarak, huzuru sağlayacak diyalogun kurulabilmesi ihtimali hakkında ümitsizliğe kapılıyorum. keşke içinizde bu kadar çok küstah kişi olmasa, keşke olaylarda içinizdeki makul insanların etkisi daha fazla olabilse... size de hak veriyorum, bir takım demagog ve provokatörler yangına körükle gitmekten vazgeçmediler hâlâ, bunu marifet zannediyorlar. ama bizi temsil etmiyorlar, onları muhatap almakla, onları esas almakla yanılıyorsunuz. hasbelkader savunduklarını zannettikleri konu ise bizim meselemiz ve siz pire için yorgan yakmaya devam etseniz de bizim meselemiz olarak kalacak. ama temel haklarını kullanması engellenen bir halkın, bu hakkı kullanabilme arzusunu kafayı takmak olarak görüyorsanız, siz bilirsiniz, öyle olsun.

gerçekten, nereden çıktı bu mesele? bir dönem halkın böyle bir sıkıntısı yoktu, halk ne okullarda, ne devlet dairelerinde mevcut değildi. aydınlara küskün vaziyette kendi kabuğuna çekilmiş yaşıyordu ve çocuklarını tahsil ettirmeyi düşünmüyordu. çiftiyle çubuğuyla uğraşıp gidiyordu. aradan sivrilip tahsil görenler ise, daha liseyi bitirmeden galiplerin şartlarına göre formatlanıyor ve "vatandaşlar" arasına katılıyordu. kimsenin bir şeyden şikayet etmesine gerek kalmıyordu. bu dönemde başını örten birinin bir okulda öğrenci olarak bulunması tasavvur dahi edilmezdi. sonra ahali tahsil konusunda fikir değiştirmeye başladı. biraz çekingen başladı, önce erkekler yollandı okullara. köyden bir öncü çıkıyor ve oğullarının okuması için ne fedakarlık gerekiyorsa yapıyordu. önce köyün içinde tepkiyle karşılanıyordu. öğrenciler, "gavur okuması" okumakla itham ediliyordu. sonra bu ithamcıların da akılları olup biteni kesmeye başladı, ilk gidenlerin ardından onlar da oğullarını liseye, yüksek tahsile yolladılar. ilk anda, öncü şahıslar bile kızları okutmayı düşünmedi, sonra o konuda da fikirler değişmeye başladı. büyük kızını tarlaya yollayıp, kocaya vermiş olan babalar, küçük kızını okula yollamaya başladı. yükseklerde karlar o kadar katıydı ki, bu ilk nesil, anneleri gibi başlarını örtmekle, tahsil görmenin, devlet memuriyetinde çalışmanın bir arada olabileceğini hayal bile etmediler. yine de ahalinin tırmanışı başlamıştı artık ve bir gün ilk başörtülü kızlar fakültelerde göründü. galiplerin ilk andaki tepkisi hadiselerin bundan sonraki seyrinin de yönünü belirledi. paniğe kapıldılar, öfkelendiler. bunca yıl uğraşmadan sonra, halk hâlâ "adam olmamış", onların özlediğince formatlanamamıştı. bu "çağdışı" kisve ile tahsil mümkün olamayacağını ferman buyurdular. bir insan bu kılıkta ancak merdiven silebilirdi, çay demleyebilirdi. avukat, doktor, mühendis olmak ne demek!? göle çaldıkları maya tutmamıştı, halk onların dayattığı kimliği benimsemiyordu. "ticanileri, nurcuları, gericileri, mürtecileri, takunyalıları, sakallıları, mutaassıpları, yobazları, muhafazakarları..." tutunmaya çalıştıkları mevkilerden sürmeye çalışıyorlardı hanidir. o kadar kolay değildi bu iş. ama bu yeni gelenleri seçip ayıklamak, dışlamak kolaydı ve hemen bu yolu tuttular. başörtüsü yasaktı. bu noktada başörtülüler hatalı bir tabiye ile işin kolayına kaçmaya çalıştı, "efendim, başörtüsü değil bu, türban..." dediler. hani cumhuriyet'in ilk yıllarını gösteren fotoğraflarda gördüğümüz, hint türbanından mülhem, saçı örten, boynu örtmeyen başlık... fakat hiç dert değildi, başörtüsü yasaksa, türban da yasaktı. kızlarını tahsile yollamıyor diye suçladıkları halkın, tahsile yolladığı kızları kapıdan geri çevirdiler, mağdur ettiler. bu konu siyasallaştıysa, böyle oldu. zaten bu konuyu siyasallaştırıyor diye itham ettikleri insanları da, uzun yıllar buna mümasil icraatları ile kendileri meydana getirmişlerdi, ama farkında değildiler. bu açık baskıya karşı doğal olarak refleksler oluşmuştu. evet, halkın da refleksleri vardı ve aydınlar bu reflekslere dokunmamayı akıl edemediler, çünki karşılarındaki kitleyi tanımıyorlardı, tanıma gayreti içinde olmadıklarına bakılırsa muhtemelen sevmiyorlardı, yahut uzaktan seviyorlardı. kendi zihinlerindeki örneklere uymadığını gördükleri bu zümreyi küçümsediler ve şiddetle reddettiler. karşı oldukları grupların kollarına ittiler. 1980'lerin başlarındaki hadiseleri hayal meyal hatırlıyorum, ama 90'larda olanları yakından gördüm. başörtülü kızlar neredeyse başlarını örtmek ve namaz kılmak dışında çok fazla ortak noktaları olmayan, gayrı mütecanis bir topluluktu. bazıları hiçbir zümreye mensup değildi, bazıları birbirine muarız zümrelere mensuptu. (hata payını da gözden kaçırmadan kabataslak bir genelleme yaparsak, söyleyebiliriz ki mgv'liler ile nur talebeleri birbirlerini, sizin onları sevdiğinizden fazla sevmezler.) bir kısmının siyasi talepleri vardı (doğal olarak), bir kısmı ise etliye sütlüye karışmak derdinde değildi, sadece okulunu bitirip kendine bir hayat kurmayı düşünüyordu. hayat tarzları, inançları, siyasi görüşleri bakımından solculardan daha illegal değildiler. eğer rahatsızlık duyacağınız bir siyasi varlık haline geldilerse, sizin baskınız onları bu hale getirdi. sol örgütlerin kantinlerde afiş asıp bildiri dağıtmasına, forum yapmasına, masa açıp bilumum yayınlarını satmasına aldırmayan idarenin, böyle siyasi faaliyetleri olmayan, sadece örtünmek gibi doğal bir ihtiyaçları olan bu kızlar üzerindeki baskısı meseleyi çıkmaza soktu. başkalarının giyimini yargılamıyorlardı, kendileri gibi giyinmeyen bir çok arkadaşları vardı sınıflarında. sadece bu şekilde giyinmeleri gerektiğine inanıyorlardı, kimsenin bu inançlarını tartışma konusu yapmaya hakkı olmadığını düşünüyorlardı ve bu kadarcık bir hürriyet bekliyorlardı. nitekim bir ara şartlar rahatladı, olumlu gelişmeler yaşandı. sonra en başta iki deli adam tarafından körüklenen bir rüzgar, tekrar her şeyi alt üst etti. huzur içinde yaşamayı istiyoruz, huzurunuzu bozmayı istemiyoruz. daha çok baskıyla daha çok huzur elde edemeyeceğinizi anlamanızı bekliyoruz.

"önyargılardan ve gazete kupürlerinden ibaret bilgi dağarcıkları" meselesi tek taraflı değil, muhalif-muvafık çoğumuzun hali bu. zaten meseleyi içinden çıkılmaz hale getiren de, bütün tarafların çoğunluğunun benzer zihin arızaları ile donanmış olması. tencere dibin kara...

istisnai halleri saymaz isek ve tabiî askerî mekanları hariç tutarsak, necip milletimiz halk suretinde istediği kılıkta istediği resmî daireye girebilmektedir, bunda mutabık olmak gerekir. zaten mesele olan da, dilekçe sunmaya giden kişilerin kıyafetine müdahale edilmesi değildir. dilekçeyi havale edecek memurun, muhatap alınan makamdaki müdürün kıyafetine müdahale edilmesidir. imam-hatip öğrencisinin derse başörtüsü ile girememesi gibi özünde dangalakça hareketlerdir. sorbonne'da, harward'da öğrencilerin nasıl giyindiği beni ilgilendirmiyor. aslında bu konuda oxford* gibi daha mütebariz bir misal de mevcut. ancak sevinmek gerek, demek ki kıyafet meselesi laiklikle ilgili değilmiş, üniversitenin eğitim formasyonu ile ilgiliymiş. elbette, eğitim zaten öncelikle nasıl giyindiğinizle ilgili bir şey. zaten o başörtüsü ile kulakları da pek işitmez dersi kızcağızların. içim rahatladı aniden... aslında tektip bir eğitim sürecini ve kuralları ben de destekliyorum, mesela eskiden liselerde giyilen kasketin kaldırılmış olmasına çok hayıflanmıştım vaktiyle. bu benim başarımı da etkiledi, belki bugün daha yüksek mevkilerde olabilirdim... fakültelerde kıyafet düzensizliği gerçekten başarıyı olumsuz etkiliyor. mesela tıp fakültesine bakıyoruz, öğrencilerin bir kısmı kısa önlük giyerken bir kısmı uzun önlük giyiyor. bir kısmı önlük giyme zahmetine katlanmayıp kot pantolonun üzerine cerrahi forma üstünü çekip de geliyor. onun da her rengi var. bizim zamanımızda mavi ve yeşil karmaşası vardı, sonradan mavinin bir kaç tonu ve su yeşili gibi arızalar da çıkmıştı, ama şimdi külliyen çorba olmuş her şey. doğumhane personeline mahsus lacivert formaları bile orada burada giyiyorlar. sonra ne oluyor? vizitlerde karmakarışık bir manzara. insan ne öğrenebilir bu şartlar altında?

insanların ne giydiği ile uğraşmamak, ilimle fenle uğraşmak, çalışmak, üretmek ne güzel fikir. can ü gönülden destekliyorum. islam'ın uygulanması lazım gelen kaç kuralı olduğu ve bunlardan kaçını uygulayıp kaçını uygulamayacağı, tamamen ve sadece bu kurallara inanan ve uygulamak gibi bir düşüncesi olanların şahsi meseleleridir. gayrısı kendi işlerine bakmalı. gayrısı akıllı olmalı da, insanları mercümeklere, tedavülden kalkmış ve kalkacak "denyo"lara kaptırmamalı.**

-------------------------------------------------
* oxford malum, imtihanlarda ortaçağ'dan kalma geleneksel kıyafetlerin giyilmesi mecburiyeti olan bir okul. bizde akademisyenlerin sadece törenlerde ve yürüyüşlerde, öğrencilerin ise ancak mezuniyet merasiminde giydiği akademik kisveler orada daha fazla bir şevkle benimseniyor. kılığına bakıp lisans öğrencisi mi, doktora mı yapıyor, profesör mü, anlamak mümkün olduğu gibi, her branşın da hususi renkte alametleri var. batı ülkelerinde bu kıyafet meselelerinin gelenekten kaynaklanması ne kadar ilginç. belki onların da biraz daha çağdaşlaşması gerekiyor, 21. asırda hâlâ manastır okulu kıyafetleri... oxford'un bu yönüyle ilgili hoş bir hikaye var. sınava gireceği alan kadar, sınav yönetmeliklerini de iyi çalışan bir öğrenci, epey uzun süren bir sınavın sonlarına doğru el kaldırır ve büyük bir bardak bira ister. fî tarihinden kalma yönetmeliğe göre üç saatten uzun süren bir sınavda öğrenci koca bir bardak biraya hak kazanmaktadır. birası getirilir ve içer. birkaç gün sonra, daha kısa başka bir sınavı vardır ve aynı gözetmen görevlidir. sınav çıkışında öğrenciyi durdurur ve üç pound ister: "yönetmeliklere göre, bir centilmenin sınavlara kılıç takarak girmesi gerekir ve siz kılıç takmamıştınız, bunun cezası üç pounddur bayım!" eğitimin kalitesi açısından, belki biz de şu bira ve kılıç işini eğitim formasyonuna dahil etmeliyiz, akademik seviyemiz harward'a ulaşamaz belki, ama oxford da fena değildir.

** kimin neye üç kuruş kıymet biçtiği kendini ilgilendirir, mesela ben bazı yazarların üsluplarına üç kuruş bile değer biçmiyorum, ama bu onları gece çorapsız yatmaya sevk etmemeli. mesela "... lafını diyenin menşeinin cemi cümle kadını kendi hak bildiği dinin kurallarına zorla uydurmak isteyen bir frekans olması ironiklikten de öte abuklamadır" şeklinde bir cümle okudum ve zinhar anlamadım. arıza bende zahir, kim kimi neye zorla uydurmak istemiş? hangi menşe', hangi frekans? kimden bahsediyoruz? ironi nerede, abuklayan kim? galiba eleştirilmeye çalışılan yazar dün birini bıçaklamış, bugün de kisve değiştirmiş. dur bir bakalım, heybemizde neler var? aa, ne buldum, daha dün "devrimci olmadığı" kanaatinde olup adam bıçakladığı zamanlardan "liberal demokrat" kisvesine bürünen "sosyalist"ler diye bir şey var burada. tamam abicim, ne kızıyorsun, alın liboşlarınızı, verin liboşlarımızı. fakat bunların yazarla ne ilgisi var derken ve yazarın kimi bıçakladığını henüz çözememişken, muhtelif ortadoğu ülkelerine ışınlanıyoruz. olmadı, afganistan unutulmuş... belli ki yazarın sözkonusu ülkeleri model kabul edip etmediği hususunda biraz önyargımız var. bizim de bu ülkeleri eleştirebileceğimiz akla gelmiyor, her seferinde temcit pilavı gibi öne sürülen, iran ve suudistan... karşılarındaki insanların da bu ülkelerin yönetici zihniyetini akıllara ziyan bulabileceğini, onlardan olmayan herkesin irancı, suudcu olmadığını bir kavrayabilseler cümbür cemaat biraz rahatlayacağız. nereden çıkıyor suudistan, iran? paragrafın devamında, eleştirilmeye çalışılan metni anlayamamış olmaktan kaynaklanan bir takım sayıklamalar görüyor ve geçiyoruz. üzerinde durmaya değmez. sonraki paragrafta, yazar meraka düştüğünü ifade ediyor. "batı dünyasında kadın meselesi çözülmüş müdür; âşikâr; şark âlemine göre kadın, medenî ve iktisâdi haklar itibariyle daha hür ama batı dünyasında bazı yönleriyle şarktan daha süflî ve acınacak halde" diye bir cümle okumuş ve bu yönlerin ne olduğunu anlamamış. satırın devamını okumayı unutmuş olsa gerek, sözkonusu yönler orada yazıyor, biz bulduk, hemen nakledelim: "kadın kavramında "câzibe"yi temsil eden ne varsa bu âlemde bir ticaret metâıdır ve kadının en çok tüketildiği coğrafya garb istikametine düşüyor". derken yine sayıklamalar, yine oraya buraya ışınlanmalar... yazar hızını alamıyor ve eleştirdiği yazara bir kartvizit bırakmak istiyor. kendi kartviziti olmasa gerek, yolda bulmuş zahir... sıradaki paragraf eşitlik ve adalet kavramları üzerine heyecanlı bir nutuk. bir ara heyecandan yazarımız tükrük saçmaya başlıyor sanıyoruz, ama meğerse yağmur başlamış. gök de gürlüyor, karıştı her şey... olur o kadar... yazının devamına göz gezdiriyoruz, aynı heyecan, aynı gürültü, aynı sığlık, okunanı anlamamak... olmamış diyoruz ve kendi haline bırakıyoruz. görülmekte ki henüz iletişebilme konusunda mesafe kaydetmemişiz hiç, o halde ne yazsak boşuna. bu konuda daha fazla yazmama ve yazılanları kaale almama kararı ile meydanı kendilerine bırakıyoruz, atış serbest.
(sirkencubin, 14.06.2003 01:51)

müslümanlar gönüllü olarak laik bir düzen kurmaz

kısmen "gönüllü" ve "laik" derken ne kastettiğinize bağlı olarak anlamı değişebilecek bir ifade ise de, memleketimizde kelimelerin anlamların işaretçisi olmaktan çok niyet perdesi olarak kullanılmasından olsa gerek, algıda asgari müşterekler yakalayıp kelimelere ortak tanımlar yüklemek ve bu yolla iletişmek mümkün olmuyor, anlama ve yargılama arasındaki fark hep ıskalanıyor. savcıların, yargıçların işlerine karışmak bize düşmez, kimsenin avukatı da değiliz, amma ortalıkta şenkardeşler kıraathanesi ahalisi kıvamında allame-i cihan fahri yargıcılar çoğaldıkça, gülse mi, ağlasa mı; konuşsa mı sussa mı daha hayırlı olur bilemeden, kendi kendine mırıldanmaya başlıyor insanlar. hocam gayet vazıh olan bir şeyi tekraren izah etmiş, lakin ne sözün ne mananın kıymeti var memlekette. ahfeşliği ele alıp izahı izaha gerek var mı? türkçe ve mantık derslerinin ne faydası olur, laik düzen içinde din nasıl yaşanır sorusunu, laik düzen nasıl değiştirilir anlayanlara? doğru anlamaya niyeti olan olsaydı, anlardı zaten.

amatör iddianameler için ek kaynak, buyurun bakalım hocamız önceki günlerde neler söylemiş laiklik konusunda:
http://www.hayrettinkaraman.net/kitap/index.htm
(sirkencubin, 27.03.2008 08:32)


bu sözün sahibi olan "arkadaş" gazeteci değil alimdir. laf üfürmez kendisi, o iş x olmasaydı y olurdu spekülasyonlarını gerçek olarak algılayanlara mahsus bir arızadır.
(sirkencubin, 27.03.2008 09:05)


alim olduğu için alim diye anılan zatın, kimseyi hedef göstermeyen sözüdür. iki dakka atatürk'ü istismar etmeden bir konuyu tartışamıyorsunuz değil mi? bir elinde hukuki-siyasi sistemini nassları esas alarak kur diyen bir din var, diğer elinde hukuki-siyasi sistem lâ-dinî olmalıdır diyen bir prensip var, kur bakayım nasıl kuruyorsun? islami bir düzen kurmaları gerektiğine inanan insanlar, islam olmayan bir düzen kurmuşlarsa bunun açıklaması nedir? ya şartların baskısıyla, ya birilerinin baskısıyla, veya nefislerinin baskısıyla teori ve pratiği birbirinden ayırmışlar demektir. başka ne gibi açıklamalar olabilir? belki başkaları düzen kurmuş, müslümanlar uymak zorunda kalmıştır. başka başka ne gibi açıklamalar olabilir? belki de düzeni kuran müslümanlar din ve düzen konusunda farklı düşüncelere sahiptir. peki gavur mu oluyor bunlar? hayır. burada müslüman kelimesini vurgulu kullanmanın yol açtığı iletişim probleminin bir örneğini görüyoruz. hocanın hangi frekanstan konuştuğunu anlamaktan aciz olmayanlar için çok büyük bir problem değil. hocanın baktığı noktadan bunlar gavur değil, konuyla ilgili doğru şuura sahip olmayan müslümanlar. pekeyi, geldik zurnanın zırt dediği noktaya. "düzeni değiştirelim" talebinde bulunmadan, "düzeni değiştirmeden, dini hayata geçirmek için neler yapabiliriz" diye fikir mümaresesi yapmak, teorik düzeyde nasslarla siyasi-hukuki uygulamalar arasında mantıksal bağlantılar kurmak, şeriat propagandası mıdır? eğer bu şeriat propagandasıysa, laikliğe aykırıysa, derhal bütün ilahiyat fakültelerinin, kuran kurslarının, imam hatip liselerinin kapatılması, bütün kur'an-ı kerim nüshalarının, hadis külliyatlarının, islam ilimlerine dair kitapların toplatılması, namaz hocası seviyesini aşan bütün dini faaliyetin yasaklanması gerekir, aksi takdirde sıradan sebep-sonuç ilişkileri kurabilen, normal zeka sahibi hemen herkes böyle bir propagandaya maruz kalmış olacaktır.* bazılarının laiklik deyince anladığı da bu tablo galiba, ilginç değil mi?

* i/kibitlik/diyotlar için açıklama: bu bağlantıyı kurabilen herkesin bu fikri kabul etmesi gerekir diye bir şey söylemedim. senin gibi düşünmeyen herkese geri zekalı mı diyorsun diye atlamayın ortaya. kabul edin ya da etmeyin, bir fikirle karşı karşıya gelmekten bahsediyorum.
(sirkencubin, 27.03.2008 10:17)

bu görüşün aksini savunan müslümanların, dinin toplumsal, siyasi, hukuki hayatla ilgili yönleriyle, toplumsal, siyasi, hukuki hayatın dinden yalıtılması gerektiğini söyleyen bir prensibi nasıl uzlaştırdıklarını kendilerine sorması gerekir. kimsenin kimseye müslüman değilsin dediği yok, görüşlerinizde çelişki var deniyor sadece. memleket ahalisinin lafı tersinden anlama kapasitesine hayranlığım artıyor günden güne.
(sirkencubin, 27.03.2008 14:58)


muhatabını değil, kafasındaki plağı dinleyenlerin çoğunlukta olduğu bir ülkede söylenmemesi gereken bir sözmüş, ben bugün bunu gördüm.
(sirkencubin, 27.03.2008 15:39)

türk uzay mekiğinde olabilecek şeyler / ekşi

uzay elbisesinin arka cebinde yazısı dışa gelecek şekilde itina ile katlanmış çumhuriyet gazetası, bir kısmı amerikan bayraklı, bir kısmı cccp yazılı uzay elbiseleri, en ufak aksilikte feveran eden, "nerede bu devlet?" diye bağırıp çağıran, ama kendi işini savsaklayan adamlar. ("houston hoşaf kapsüllerine yağ koymamışsınız!") yer üssünü aramak yerine "çağrı bırakan" fezanotlar. (amerikalıların astronotları, rusların kozmonotları, çinlilerin taikonautları var, bizimki de olsa olsa fezanot olur.) atatürk resmi, atatürk'ün gençliğe hitabesi ve istiklal marşı levhaları.
(sirkencubin, 03.10.2003 09:17 ~ 12.10.2005 10:06)


mescit olması pek muhtemel değildir, zira uzay mekiği resmi araç sayılır. ama olursa da makine dairesinin köşesinde depodan bozma bir yer olur, veya hangarın bir kenarına sonradan uydurulmuş bir yer olur. olmasa da bizim fezanotları bozmaz, mekiğin kanadına seccade serer yine kılarlar namazlarını.
(sirkencubin, 03.10.2003 11:09 ~ 12.10.2005 10:11)

provokasyon gerekçeli hukuk ve demokrasi yorumu / ekşi

bir yanda özgürlüklerin kısıtlandığı bir baskıcı toplum senaryosu, diğer tarafta iç savaş senaryosu. bunlardan birine katlanmak zorunda mıyız? hassasiyetleri göz önünde bulundurmak çok mu abes? hayır, çıplak ve çiğ bir hukuk anlayışı ile yetinmek yerine üzerine bir incelik tabakası eklemekle pek çok sorun aşılabilir. ancak özgürlüğün insanların asabını ayağa kaldırma hakkı olarak anlaşılması, provokasyon fikrinin hasır altı edilmeye çalışılması işleri zora sokuyor. demokrasi sadece başkalarına tahammül etmek değil. başkalarının tahammülünü zorlamamak ile bir arada olmazsa üç adım bile yürümez. son hadiseler münasebetiyle görüyoruz ki aydınlarımız farklı farklı algı evrenlerinde yaşıyorlar. insanları savunmadıkları tezlerle yargılamak da bunun bir sonucu galiba.

insanların linçi meşrulaştırmaya çalışmaları ile ilgili ithamlar haklı değil. bir şeyin doğru olması ile beklenebilecek bir şey olması arasındaki farkı idrak etmek bu kadar zor olmasa gerek. bildiri dağıtma eyleminin özünde bir suç olduğundan bahsedilmiyor olmasına rağmen, savunma mutlak anlamda bildirinin savunması noktasında takılıp kalıyor. bildiri dağıtma eylemini masum göstermeye çalışırken sürekli soyut ve mutlak bir bildiri dağıtma kavramından hareket ediliyor. kim, ne zaman, nerede, ne şekilde ne yapıyor diye düşünmek gerek halbuki. insan çok yorgun ve uykusuz olduğu zaman, başka bir şeylere sinirlenmiş olduğu zaman, otuz işin içinde kaybolduğu zaman, yahut çok neşeli olduğu zaman muhatabının aynı değerdeki bir davranışına farklı tepkiler verebilir. eğer bir hareket yapmadan önce, işlemleri omurilik seviyesinden korteks seviyesine taşımayı başaracak zamanınız olursa, yapmak üzere olduğunuz hareketi değerlendirip tashih edebilir ve iradenizi kullanabilirsiniz. ama boş bulunup ilk andaki tepkinizi eyleme yansıtırsanız, karşınızdaki insanı kırmanız da mümkün olabilir. sonra ne kadar üzülseniz de fayda etmez. toplumsal olaylarda bu kortekste değerlendirme safhasının oluşması çok daha zor. kitlenin ortalama tepkisini en ilkel olan belirliyor, zincirleme reaksiyon insanlara ne yaptıklarını düşünecek fırsat bırakmadan eyleme geçme dürtülerini harekete geçiriyor. insanın hareketlerini ilkel dürtüleri ile değil, akıl ve vicdanı ile yapması elbette istenen ve beklenen durum. ama insanların zaman zaman akıl ve vicdanlarını hiç kullanmadan dürtülerine teslim oldukları da bir gerçek. önemli olan insanların dürtülerinin kontrolüne geçebilecekleri şartları yaratmamak. bu şartlar tek taraflı oluşturulmamış olabilir, ama her basamağı önemlidir. elimizdeki örnek vak'ada bildiri dağıtma eylemi gaz dolu bir odada çakmak çakmak gibi etki ediyor. odanın gaz dolu olması yanlış, çakmağı çakanın suçu değil belki. ama sonucu ortaya çıkaran olaylar silsilesinde çakmağı çakanın payını inkar etmek de gerçekçi değil.

bildiriyi basit bir fikir beyanı olarak görmeyi hatalı buluyorum. eğer bildiri yazma tekniklerinde son günlerde bir değişiklik olmadıysa, bildiri bir fikir beyanı yöntemi değildir. insanlar fikir paylaşımında bulunmak için bildiri dağıtmaz. bildiriler slogan cümleleriyle yazılırlar. slogan fikir değildir. bildiri dağıtmak bir eylemdir. ha, insanlar sağı solu bombalayarak eylem yapacaklarına bildiri dağıtsınlar, ama şartlar sorun olmaması gereken şeyleri sorun haline getirebilir. ortada olan "etki: fikir, tepki: korku" değil, "etki: tavır koymak, tepki: öfke" şeklinde. insanların bildiriye karşı vermesi gereken normal tepki bildiri dağıtanı dövmek değil, yırtıp atarsınız, bildiri dağıtmakla yollar aşınmaz normal şartlar altında. ama anormal şartlar olunca bildiri dağıtmak kötü planlanmış bir eylem özelliği de gösterebilir. eğer bu gençler sırf masum bir şekilde fikirlerini, o fikirlerden haberdar olmayan insanlara iletmek amacıyla hareket etmişlerse, bu amaca ulaşmak için en sapa yolu seçmişler demektir. halkın örgüt ve fraksiyonlar arasındaki farkı algılayamıyor olması, öncelikle, sonuca bakıp hareketlerini yeniden gözden geçirme lüzumu hissetmeyen örgütlerin sorunu. karşınızdaki insanlara bir şey anlatmaya çalışıyorsunuz, anlamadıkları zaman da bütün kabahati onların idraksizliğine yıkıyorsunuz. insanların mesajlarını iletmek için en ters metodları seçerek bu yolları inatla savunmaları trajik. bildiri dağıtırken herhangi bir vatandaş olarak herhangi bir hakkınızı kullanmıyorsunuz. siyasi bir topluluğun temsilcisi olarak siyasi eylemde bulunma hakkınızı (örnek vak'ada usülsüz şekilde) kullanıyorsunuz. siyasi bir topluluğun temsilcisi olarak siyasi eylemde bulunma hakkınızı kullanırken paşa gönlünüzden önce toplumsal dinamikleri göz önünde alarak eyleme geçmeniz gerekir. hayat paşa gönlünüzün hatrını saymayacak kadar acımasız maalesef.

hangi şartlar sorusuna da kabaca şunları söyleyebiliriz: insanları derinden yaralayan terör eylemlerinin tekrar hortlamaya başladığı, toplum içi dengelerin karşılıklı rahatsızlıklara gerginleştiği, uluslararası dengelerin insanları ülke için gelecek endişesine sevk ettiği, üstelik çok kısa bir süre önce trajikomik bir senaryonun yaşandığı günler. senaryo şu: bir kaç kendini bilmez eliyle bayrağa karşı saldırı şeklinde bir provokasyon ortaya kondu. başka birkaç kendini bilmez (daha ziyade medya oluyor bu) bu etkiye verilmesi gereken tepkinin çok ötesinde bir tepkiyi ortaya çıkaracak şekilde propagandaya başladı. bayrağın durumu kanunda belli. bayrağa hakaretin cezası da kanunda yazıyor. bu cezanın ötesinde toplumsal ayaklanma ile tepki vermek sağlıklı değildi, ama bu sağlıksız tepki körüklendi. nihayet bir bayrak asma eylemi tepki olarak ortaya kondu. insanlar nasıl da kolay gaza gelebildiklerini gösterdiler. şimdi ikinci vak'ayı ilk vak'a ile karşılaştıralım. ilk safha bayrağın çiğnenmesi, bunun karşılığı bildiri dağıtma eylemi. bayrak çiğnemekle bildiri dağıtmak eşdeğer hareketler değil elbette, ama etki-tepki, sebep-sonuç zincirinde benzer rol oynamış bulunuyorlar. ikinci safha medya gazı, bunun karşılığını insanları bayrak yakılıyor diye gaza getiren kişilerin fiili. üçüncü safha gaza gelindiğinin gösterilmesi ve abartılı bir tepki ortaya konması, ilk vak'ada bayrak asma eylemi, ikinci vak'ada linç girişimi. bu tablonun her üç safhasında da yanlış olaylar oluyor, birini temize çıkarmaya çalışmak olup biteni anlamadığımızı gösterir.

haklarınızı kullanmanızın engellenmesi suçtur, ama bazen hak kullanmak da suça teşvik halini alabilir. "hayır efendim tahrik olmasınlar, var öyle bir hak" demek anlamlı değil. maalesef hak kullanımı karşısında tahrik olmamaları gerektiğini bir milyon defa daha söyleseniz yine de etkisi olmayacaksa, hangi hakkınızı nerede kullanacağınızı bir kere daha düşünmeniz gerekir. üstelik herhangi bir vatandaş olarak herhangi bir hakkınızı kullanmıyorsunuz, siyasi eylemde bulunuyorsunuz, sonuçlarını otuz kere düşünerek hareket etmelisiniz. etmiyorsanız, ben de nereden icap etti de bu insanlar bu haklarını bu şekilde kullanmayı tercih ettiler diye sorgulama ihtiyacı hissederim. etkinin hukuka uygun olması ve tepkinin hukuk dışı olması bir şeyi değiştirmez. farz edin ki polis durdurdu beni, ellerim havada. kimliğimi çıkarmak için ani bir hareket yaptım, silah çekiyorum sandı ve kafama sıktı kurşunu. polis suçlu mu? silahsız bir insanı vurdu, bu hiç de kabul edilebilir bir şey değil. peki benim kusurum yok mu? ani hareketimin neye yol açabileceğini hesaplayıp hareket etmem gerekmez mi? polisin haksız olması ve benim haklı olmam kötü sonucu geri çevirebilecek mi? aklı başında bir adam bu şartlarda nasıl davranmalı? bunu bir düşünmek gerek. size deniyor ki "yolda yağ var, gaza abanmaya devam edersen kaza yapacaksın" siz diyorsunuz ki "bu yolda mevcut hız sınırını aşmıyorum, kimse kaza olayını savunamaz, kaza çok kötüdür". insanlar diyor ki "tavırlar gözden geçirilmezse, herkes oturup bir muhasebe yapmazsa tıpkı bu çok kötü linç teşebbüsü hadisesi gibi başka hadiseler de olacak" sizin cevabınız: "hayır siz linçi savunamazsınız, linç çok kötü". sürekli aynı argümanların tekrarlanması sadece muhatabını anlamama emaresi olmakla kalmıyor, dolaylı olarak insanlara artniyet isnadı anlamına da geliyor.

linç yanlıştır diye bağırmak, bu yanlışı engelleyecek bir etki ortaya çıkarmıyor. şu güne kadar sözlükte linç aleyhinde yazılanların, linçin neden yanlış olduğunu anlamayanların tavırlarını kemikleştirmekten başka bir sonuç ortaya çıkaramayacağını düşünüyorum.

gelelim şu kendi başını yeme meselesine... (hoşgörü ne demek otis'cim, canın sağ olsun. çok komiksin bilüyür müsün? bu işten ekmek bile kazanabilirsin, nasıl hastasınım bilemezsin...)

önce örneklerimize şöyle bir göz atalım: gencimiz önce eşinin kıyafeti konusunda sorgulanıyor, sonra tarikatçi olma iddiasıyla aşağılanıyor ve nihayet mezun olduğu okul yüzünden yargılanıyor. burada provokasyon değil de, sinsi bir sızma hikayesi yazılsaydı belki yerine otururdu, ama provokasyon gerekçesini uygulamak mümkün değil. provokatör bir şeyleri insanların gözüne sokarak onları heyecanlandırmaya çalışır. karşısındaki insanların suyuna gitmez, dikine dikine gider. ilk vak'amızda gencin bir eşi yok, başörtülü bir eş sahibi olması da sözkonusu değil. bu arkadaş rektörlüğün verdiği cumhuriyet balosuna kolunda başörtülü biri ile gitmiş olsa, burada provokasyon aranabilirdi. başörtüsünün engellenmesindeki doğruluk/yanlışlık bir yana, başörtüsü ile girmeye çalışmanın problem çıkaracağı bir yere yanımda başörtülü birini götürmek için inatlaşmazdım veya hanım olsaydım başörtüsü ile oraya girmek için uğraşmazdım. başörtüsü yasağı ile mücadele etmek gerektiğini düşünüyor olsanız bile, bunun yolu -mesela- orduevi kapısında olay çıkarmak değil. ikinci vak'ada, genç tarikatçı da değil. karşısındaki insan her nasılsa muhatabının tarikatçi olduğu fikrine kapılmış. fakülte yıllarını "faşo" olarak geçiren gencimiz, dindar arkadaşları da olduğu için, aradaki farkı idrak edemeyen abi tarafından tarikatçi sanılmış olsun mesela. abi açıklama şansı bile vermiyor. hadi diyelim ki delikanlı gerçekten tarikat mensubu. bu gerekçe ile yapılacak dışlama, "eylem" gerekçesi ile yapılacak bir dışlama değildir, "kimlik" gerekçesi ile yapılacak bir dışlamadır. tarikat konulu bir provokasyon nasıl olabilir? gencimiz, mesela, branşı ile ilgili olması gereken bir seminere küçük bir cehrî zikir gösterisi ile başlasa, bu bir provokasyon olabilirdi. böyle bir şey de sözkonusu değil. son vak'ada yine köken konulu bir dışlama sözkonusu. mezun olduğunuz liseyi cv'nize yazmanız provokasyon olamaz elbette. fakültenin eğitim sorunları ile ilgili bir toplantıda, gencimiz, cengaverlik edip sözü konuyla ilgili olmadığı halde "imam hatip sorununa" getirmiş olsa belki bu bir provokasyon olurdu, bu tür bir eylem de ortada yok.

numaralar zorlama olduğu için üzerlerinde durmaya gerek yok, ama yine de kısa kısa onlara da göz atalım. atatürk'ün kılık kıyafet devriminin somut ifadesi, şapka iktisası hakkındaki kanun. başörtüsü veya çember sakal konuyla ilgili değil. ama mesela gencimiz sınav salonuna sarıkla girmeye çalışsaydı, bu provokasyon olurdu. başörtüsünün kadınlara erkeklerin zorla taktırdığı bir şey olduğunu öne sürmek, bundan bir rejim aleyhtarı eylem havası çıkarmaya çalışmak tek kelimeyle gülünç. inanç ve bilim bağımsız alanlardır, bilim ve inancı karşı karşıya getiren kurgular konuyu saptırmak ve vicdan hürriyeti üzerinde baskı oluşturmaya çalışmaktan başka bir anlam taşımıyor olsa gerek. otisimiz böyle bir baskı yapmaya çalışmıyor tabii, sadece makara yapıyor. ama konuyu provokasyonla bağlantılandırmaya çalışması zorlama. takiyye, tarikat ve imam hatip konularının provokasyonla irtibatlandırılmasının yersiz olduğunu da zaten söyledik.

toplumu sıkıntıya sokan önyargıların karşılıklı çaba ile aşılması ve tarihin tekerrür etmesine fırsat vermemek gerektiği ile ilgili görüşler güzel görüşler ve elbette bu karşılıklı çabalara karşılıklı hassasiyetleri gözetmek de dahil. kimse kutsallarından vazgeçmek zorunda değil, öyle olsa kutsallar olmasının ne anlamı kalırdı? marifet insanları değerlerinden vazgeçirmeye çalışmak değil, insanların kutsallarını tehdit altında hissetmelerine meydan vermemek. hak aramakla, özgürlüğü savunmakla provokasyonun birbirinden ayrılmasının o kadar da zor olmadığını düşünüyorum, biraz iyi niyet ve sağduyu yeterli olsa gerek.

"ceza hukuku açısından ajan provokatörlük" konusu ilginçmiş. ihtisasım olmayan bir konu olduğu için ahkam kesmek istemem. ama konuyu bilen arkadaşlar, bu konudaki prensiplerle tartışma konusu trabzon vak'asını karşılaştırarak konuyu açarlarsa yerinde olur. en azından bir hata yapıp yapmadığımızın sağlamasını görmüş oluruz.

tartışmada açıklığa kavuşturulması gereken bir nokta da, trabzon vak'asında bildiri dağıtan kişilerin niyetleri meselesi. kimse bir başkasının niyetini bilemez, en fazla hareketlerinden tahmin edebilir. provokasyon amaçlı hareket ettiklerini açık bir şekilde gösteren bir delil bulunmadığı sürece, bu kişiler hakkındaki provokasyon iddiası salt bir niyet sorgulaması olmamalıdır. bu kişiler pekala artniyetleri olmadan bu eylemi gerçekleştirmiş olabilirler, fiilen insanları tahrik etmiş olmaları, tahrik niyeti ile hareket ettiklerinin açık delili değildir. ancak iyi niyetli olsalar bile kusurlu davranmış görünmektedirler. tepki değerlendirilirken, etkinin de göz önünde bulundurulması gereklidir, aksi tabloyu tek taraflı değerlendirmek olur. konu halkın izin alınmış bildiri ile izin alınmamış bildiriyi ayırt edip edemeyeceği de değildir. çünki halkı asıl galeyana getiren bildiri dağıtılması değil, bayrak yakma şayiasıdır. burada ortaya çıkan gerçek şu, ortada bir provokasyon varsa bile, bunun tek faili bildiri dağıtanlar değildir. bildiri dağıtma eylemi kullanılmış olabilir. ancak üzerine dezenformasyon boyutunun eklenmesi ile birlikte etki, tepkiyi ortaya çıkarabiliyor. eğer ortada kasıtlı bir provokasyon varsa, iki grubu da aynı kaynak yönlendirmiş demektir. eğer ortada niyet yoksa, üst üste binen iki hatalı hareket sözkonusu demektir. burada amaç bildiri dağıtanları katrana batırıp tüye bulamak değil, sadece olayların başlamasına sebep olduklarını vurgulamak. bu kişilerin yandaşları da hesaba katılırsa, yapılacak en hatalı hamle, olayları tırmandırmak olur. kısas bu durumda vicdan sahibi birinin düşünebileceği bir seçenek değildir, eğer "yandaş"lar iyi niyetli iseler, oluşmasını istemedikleri bir tepkiye sebebiyet verildiğini görerek, bundan sonraki adımda aynı hatayı tekrarlamamayı düşünmelidirler. (lakin son haberlere bakınca pek de öyle olmamış gibi görünüyor.)

"yani provokasyona gelmek, linc girisiminde bulunarak terorizm ruzgari estirmenin yani sira, karsi-terorizmi de yoktan var edebilecek bir fikri bosluk hali degil midir?" evet, kesinlikle öyledir.

"yani bu durumda uzun vadede suclu sadece ve sadece provokator ajanlar mi olacaktir? hani nasrettin hoca'nin da dedigi gibi hirsizin hic mi sucu yoktur? linci yapan ve teroru baslatan halkin hic mi kabahati yok?" hayır hırsızın da kabahati vardır. uzun vadede suçlu sadece ve sadece provokatörler değildir. zaten olay, linç girişimini mazur göstermeye çalışmak değil, hangi şartlarda ortaya çıktığına işaret etmektir. (lakin son haberlere bakınca, halkın da pek ders almadığı görülüyor.)

konuyla ilgili vatandaşlık görevi iki yönlü: ne olursa olsun provoke olmamak, ne olursa olsun provokasyondan kaçınmak. hukuka sahip çıkmakla ilgili görüşe katılmamak mümkün değil. zaten burada konu, provoke edilmiş olmak masumiyet gerekçesi sayılsın değil. taraf olma potansiyeli taşıyan herkes sorumlu davransın. kimse kışkırtmasın, kimse gaza gelmesin.

konu türkiye'nin şartlarının "özel" olması da değil. zaten bildiğim kadarıyla bu tür olayların yaşanabildiği tek yer türkiye değil. dünyanın başka başka yerleri giderek daha fazla birbirlerine benzemeye başlıyor ve şiddet olayları farklı yerlerde benzer şekillerde ortaya çıkabiliyor. "oyun" kolayca içinden sıyrılıp çıkabileceğimiz bir düzenek değil. bu oyunun içinde doğuyor ve ölüyoruz. bu oyunu var eden şartlar yüzyılların hadiselerinin birikimiyle ortaya çıkmış bulunuyor ve ister istemez bu düzenin içinde meydana gelmiş yapılarımızla mutlaka onun bir parçası oluyoruz. hâlâ pek balta girmemiş bulunan ormanlara bile doların girmesi ve taş devrinden bir gömlek yukarıda yaşayan halklarının dünyasını etkilemesi, şuradan veya buradan gelen "polis ve göstericiler çatıştı" haberleri, emperyalizm aleyhtarı emperyalistler, demokrasi katili demokratlar gibi bir sürü veri birbirleriyle bağlantılı olarak canımızı acıtıyor. bu "matrix"in çözülmesi o kadar basit bir şey değil. ama yüz hamle sonrayı hesaplamak, iki hamle sonrayı hesaplamamak için mazeret olamaz.

provokasyonun hukuka ve demokrasiye zarar vermesini engellemenin yolu, onu yok kabul etmek değil, ciddiye almak.
(sirkencubin, 10.04.2005 23:51)


hukuk ve demokrasiyi provokasyon gerekçesi bakımından yorumlarken, dikkate alınması gereken önemli bir konu özgürlüğü kullanmanın üslubudur. demokrasinin kültür boyutu, bir arada yaşamanın şartlarını sağlayarak hukukun çıplak iskeletini koruyan bir yapı sağlar. hukuk bir kurallar bütünü olan kanunlarla somut ifadesini bulur. lakin insanlar henüz kusursuz kurallar koymanın bir yolunu bulabilmiş değil. kanunlar ne kadar iyi hazırlanırsa hazırlansın, flu bir aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık alanı kalabiliyor. bu tür alanların sıkıntıya dönüştürülmemesi için de karşılıklı anlayış ve sorumluluk sahibi olmak gerekiyor. üslubun önemini dikkate almaksızın, özgürlük adına sınırları zorlamak, özgürlük adına özgürlüğü zora sokmak anlamına gelebiliyor, güvenlik yoksa, özgürlüğünüzü de yaşayamazsınız. üsluptaki seçimle özgürlüğün devamını sağlamak mümkün olabilecekken, bu tür bir seçim beklentisini, prensipte özgürlüğün ihlali olarak konumlandırmak yersiz.

tarih hakların iadesini her zaman ihtiyatlı hareketlerle mi mümkün kılmıştır? her zaman değil elbette, tarih çok kanlı bir şey. değerlerinizi korumak için kan dökülmesinden başka çare kalmamışsa "ihtiyatsız" hareketler zaruret halini alabilir. ama böyle bir zarureti ortaya çıkaran bir seçeneksizlik hali sözkonusu değilse, orada durup seçimi akıllıca yapmak, gerekir.

özgürlüklerin kısıtlanmasının karşıtlığı gerçekten de iç savaş riski midir? soyut bir alanda özgürlük ve güvenlik dikotomisi kurmak zorunlu olmayabilir, ama pratikte konu böyle bir zıtlığı ortaya çıkarma yoluna girmişse, otokontrol gerçekten de önemli olmaya başlar. özgürlüğün kullanılma üslubu hakkındaki beklentileri, özgürlük karşıtı bir tavır olarak almamak gerekir. özgürlük zaten sınırsız olabilen bir şey değil. sınırın nereye konulması gerektiği konusu önemli bir konu, ama bu değerlendirilirken özgürlük başka kavramlardan soyutlanmamalı, mesela güvenlik ile de birlikte değerlendirilmeli.

maksat, içerik, üslup ve tondan bağımsız, ne olursa olsun tartışılmaz, mutlak hak ve özgürlüklerden bahsedebilecek kadar soyut bir dünyada yaşamıyoruz. ideal prensipleri pratiğe dökmek o kadar kolay değil ve işleri zorlaştırmak yerine kolaylaştırmayı seçmek de idealin pratiğe yansımasındaki başarıyı arttırması beklenecek bir tavır olur. özgülüğü sınırlarının uçlarında yaşamamakla ilgili beklentiler özgür iradeye tecavüz anlamı taşımaz.

toplum ile uyumlu hareket etmenin özgürlükten vazgeçmek olarak anlaşılması zorunlu değil. insanların, "onları rahatsız etme hakkınızı" kullanmanızı olgunlukla karşılayıp karşılayamayacaklarından emin değilseniz, biraz ihtiyatlı davranmak basiret gereğidir. bunun için medyum olmaya gerek yok, biraz sağduyu yeter. burada eleştiri sadece özgürlüğü yaşarken üslupsuzluğu seçenlere yönelmiyor, tepki vermedeki üslupsuzluk da eleştiri konusu. aynı basiret ve sağduyu çağrısı bütün taraflara yönelmiş durumda, üslupsuzluk toplumun genel bir meselesi ise, tarafların ve kampların üzerine çıkarak bunu değerlendirmek gerek. aksi takdire değerlendirmelerde tek taraflılığa ve hataya düşmek kaçınılmaz oluyor.

kabahat yakıştırması masumiyetin ispatlanması gereken bir iddia mıdır? masumiyet kelimesi hukuktaki anlamıyla suçlu olmanın zıddı olarak anlaşıldığı zaman öyle olmayabilir, ama sorumluluk payı bulunmanın zıddı olarak anlaşıldığında bunun değerlendirme konusu yapılması garip karşılanmamalıdır. insanlar bir harekete başlarken, sonucunu kestirememiş olsalar bile, her şey olup bittikten sonra sonuçta ne kadar paylarının olduğunu düşünmeli, hiç olmazsa sonrası için bir ihtiyat payının gerekli olup olmadığını değerlendirmelidir. oy verme hakkını nazi partisi lehine kullanmış bulunan bir kişi, hiç olmazsa komşuları evlerinden alınmaya başladıktan sonra "ben ne yaptım" diye bir muhasebe yapamıyorsa, yazıktır. değildir deniyorsa, zaten konuşmanın da bir anlamı yok. suçlu demiyoruz, ama masum da değiller gibi bir önerme mümkün, suçlu değillerse bile sorumlular şeklinde bir önerme bunu karşılar.

slogan atmanın mutlak değeri de bildiri dağıtmanın mutlak değeri konusundaki değerlendirmelerle incelenebilir. konu slogan atılmış olması değil, hangi şartlarda nasıl slogan atıldığı. ezanı slogan kabul etsek bile, provokasyon doğurabilecek bir slogan olduğunu kabul etmek mümkün değil. bildiri dağıtmayı provokasyona dönüştüren özel şartları açıkladık, o kısım dönüp tekrar okunabilir. peki ezan okunmasını provokasyona dönüştüren şartlar nedir? cinlik yapmak ve konuyu ilgisiz yerlere taşımakta bir mana göremiyorum.

"kabul edilmeyeceğini bile bile geldi, reddedilince de çıngar çıkardı" faraziyesini konuyla ilgisiz ve zorlama olarak gördüğüm için değerlendirmeye alma lüzumu hissetmedim. insanın bir alanda görev almakla ilgili talebini provokatif bir eylem olarak algılayabilecek bir zihin düşkünlüğünün yeri üniversitelerin idari mevkileri değil. elbette yeteri kadar paranoyaksanız, bugün havanın bulutlu olmasını, vatandaşların plaja gitmesini engellemeye çalışan dincilerin bir provokasyonu olarak görebilirsiniz. konuyu böyle uç ve absürd noktalara taşımak, iletişim kalitesini düşürmekten başka bir işe yaramaz. provokasyon gerekçesini tartışırken provokasyon olması ihtimali olan ve olmayan örnekleri doğru seçmek gerek. "bahsi edilen provokasyonun dışında başka ihtimal provokasyonlar"dan bahsetmedim, provokasyon olabilecek tavırlar ne tür şeyler olabilir diye örnek verdim. ayrıca bir tarafta kişilerin kimlikleri, diğer tarafta eylemleri sözkonusu edildiğinden trabzon vak'ası ile n+1 örneği arasında provokasyon bakımından bir paralellik bulunmamaktadır. eğer trabzon esnafı lokantaya yemek yemeye gelen kişilerin gözlerinden pkklı olduklarını anlamak suretiyle, "vay bunlar burada karınlarını doyuracaklar, aldıkları enerji ile de gidip bebek vuracaklar, netice itibariyle vuralım kardeşler kahpelere" tribine girseydi, n+1 örneği ile bir benzerlik kurulabilmiş olurdu.

provokasyon ihtimalini değil, kusurluluk yargısını yok saymak anlaşılabilir bir tavır. bu tavır provokasyon kavramından bağımsız linç tartışması yapmaktan çok daha makul. örnek vak'ada şahıslar kusurlu mudur, değil midir, bunu tartışarak konuyu daha fazla uzatmakta kendi adıma bir fayda göremiyorum. "fiilen insanları tahrik etmiş olmaları, tahrik niyeti ile hareket ettiklerinin açık delili değildir" dedik zaten, "kimse bir başkasının niyetini bilemez, en fazla hareketlerinden tahmin edebilir" de dedik. olayların başlamasında bir rollerinin olup olmadığı da ortada. kendi adıma kanaatimi yeteri kadar ifade ettiğimi zannediyorum. son olarak nefsine hakim olabilecek erişkinliğe ulaşma temennisini bütün taraflar için tekrarlamak isterim.
(sirkencubin, 11.04.2005 12:09)