31 Aralık 2012 Pazartesi

çizgisel tarih yaklaşımı



batı medeniyetinin temel yaklaşımıdır ve büyük oranda, batı medeniyetinin dinamik merkezini teşkil eden sermayedar sınıfının çizgisel tarihçesi ile ilişkilidir. sen kalk burgdan burga, şatodan şatoya dolaşan, derebeylerinin eteğini öpen, sosyal sınıflar arasında yeri olmayan gariban bir çerçi iken, kök sal, burjuva ol; krallarla elleşiverip derebeylerini tepele, bilginleri, filozofları, sanatçıları bilmemkimleri finanse edip kiliseyi köşeye sıkıştır, ayak takımını ayaklandırıp kralları devir, aristokrasiyi bürokrasiyle, politikacılarla ikame et, katlanarak çoğalan bilimsel bilgiyi, teknolojiyi kontrol et, tarihte görülmemiş bir iş olmak üzre, mensubu olduğun medeniyeti yörüngesiyle birlikte bütün gezegene hakim kıl; ondan sonra da ilerleme vehmine kapılma, olacak iş mi? her genç medeniyetin başına gelebilir bunlar, yakında geçecektir...

(bkz: ibn haldun)
#38276 - sirkencubin  - 13.05.2009   15:53


belki de doğrusal tarih yaklaşımı şeklinde ifade edilmesi daha doğru olurdu, hatta yükselen doğrusal tarih yaklaşımı da denebilirdi, çizgi deyince her şey bunun içine giriyor, imzam da bir çizgi neticede, ama pek bir şeye modellik edemiyor şimdilik. diğer taraftan bunun bir "model" olduğu akıldan çıkarılmamalı ve geometrik bir kusursuzluk aranmamalı; inişli çıkışlı, duraklamalı da olsa, belli bir noktadan başlayıp netice itibariyle yükselen parametreler sözkonusu sadece.

bu tarih anlayışını benimseyenlerin hatırı sayılır bir kısmının evrimi de benimsemeleri ilk anda mantıklı görünüyor, ama biraz düşününce, kafa karıştırıcı bir şeyler var ortada. eğer evrimi yönlendiren fizik ötesi bir gücün varlığına inanmıyorsanız, hele bir de evrende içkin bir anlamın olmadığına, bunun insan zihninin bir yakıştırması olduğuna inanıyorsanız, ortada bir düzenlilik olduğunu ve bunun belirli bir yönde ilerlediğini nasıl söyleyebilirsiniz? şu anki durumu "sonsuz zaman" boyunca tesadüflerin yığılması olarak açıklıyorsanız, bunu bir de doğrusal bir gelişmeyle ilişkilendiriyorsanız, "kemâl anının" gelişi için gerekli şart olan sonsuz zamanın, aynı zamanda "zevâl anının" gelişi için yeterli bir şart olması düşüncesini nasıl reddedeceksiniz? her şeyin çoktan bitmiş olması gerekmez miydi? bunun tek kaçış noktası bir döngünün sonsuz defa tekrarlanıyor olması.

toynbee, 'medeniyet yargılanıyor'unda doğrusal ve dairesel tarih anlayışlarını eleştiriyor ve yeni bir model öneriyor, bir takım dinamiklerin dairesel olarak tekrarlandığı, bazılarının ise doğrusal olarak ilerlediği bir model. hatırladığım kadarıyla bunu bir araba ile temsil ediyordu, tekerleklerin dairesel hareketi neticede arabanın okuna doğrusal bir hareket kazandırır. helezon bunu daha güzel ifade ediyor. şahin uçar'ın bahsettiği sarkaç hareketi de aslında helezon kapısına çıkıyor. iki zıt kutup arasında tekrarlanan bir hareket, iniş-çıkış, gidiş-geliş bir sinüs dalgası üretir, onu da açı olarak okuduğunuz zaman tekrarlanan dairesel bir hareket görürsünüz.

belki bu helezon modeline bir boyut daha eklenebilir: bilinen tarihin seyrine bakınca hadiselerin yığılma hızı artıyormuş gibi görünüyor. bu durumda helezonun sabit çaplı daireler üzerinde aktığını düşünmek yerine, ortak merkezli, ama çapları giderek azalan daireler üzerinde aktığını düşünebiliriz, bu da bize bir helezon değil, karar noktasına doğru cereyan eden bir girdap şekli verir.
#185647 - sirkencubin  - 14.05.2009   08:56

muhafazakarlıkla dindarlığı karıştırmak


ikisinin birbirine karışmış olmasından kaynaklanır. islam örfü reddetmez, ıslah eder. adetlerden ârî bir islam tasavvuru da rasyonalizmi fazla kaçırmaktan kaynaklanan bir halet gibi durmaktadır, dinin olduğu yerde o din etrafında bir kültür de teşekkül eder. mevcut kültürü elden geçirip değerlendirmek -ama reddetmemek- gerekiyorsa geliştirmek yerine reddetmeyi tercih ettiğiniz zaman kültürden arındırılmış bir islam elde etmezsiniz, derme çatma bir kültürle varolmaya çalışan bir islam pratiği elde edersiniz. beton kubbe ve yapma şelale estetiğinin başlığına "islam" diye yazdığınız meselelerden bağımsız olduğunu sanıyorsanız hatadasınız. milliyetçilik dine muhalif ve onun rakibi değildir, siyasi ve içtimai hayatta dini tatbik etmenin bir usulüdür.
#176645 - sirkencubin  - 12.05.2009   14:31



konuyla ilgili kafa karışıklığının temel sebebi insanların veya zihniyetlerin örfü önceleyen ve dini önceleyen şeklinde iki kısma ayrıştığının düşünülmesi, bunların birbirinden ayrı mütalaa edilmesidir. öncelikle örfü benimsemenin iki ayrı türüne işaret etmek gerekir: bunlardan biri kendi örfünü başka toplumların örfüne tercih eder, ancak dine uygun olmayan örfü dine tercih etmez, diğeri ise her halükarda örfü tercih eder. tabiî olan ve yaygın bulunan birincisidir, şuuru aynı oranda yaygın olmasa da. dikkat edilmesi gereken ikinci husus, örflerden arındırılmış hiçbir toplumun olmayışıdır. daha da açarak söyleyebiliriz ki, din de şu ya da bu oranda örf üzerinden yaşanır. dinin temeli her zaman ve her yerde aynıdır, ama bu temeli sosyal şartlara tatbik etmenin, sosyal çevreyi bu temele göre şekillendirmenin üslubu zamana ve mekana göre değişebilir. binaenaleyh elimizde biri sabit ve diğeri değişken, birbiriyle çelişen iki referans noktası bulunmamakta, aksine değişken olanı sabit olana tabi bulunan ve değişenle değişmeyen arasında bir ara bölge teşkil eden, ezcümle birbirini bütünleyen iki referans noktası bulunmaktadır. her iki noktanın sahip çıkılma durumları birbirinden bağımsız değildir. türkiye'de muhafazakar insanlar dindar olsalardı bu kadar çok asimile olmazlardı, keza muhafazakar insanlar gerçekten muhafazakar olsalardı dindar da olurlardı, dindarlığımız da muhafazakarlığımız da kendimize benziyor, halimizi aksettiriyor. dikkat edilmesi gereken bir nokta daha var, gelenekten büyük bir hızla koptuğunuz zaman, dindarlığınızın da altını oyuyorsunuz, bugün kendini bilinçli müslümanlar olarak gören gençlerin, giderek daha seküler bir hayat tarzını benimsemesi bununla ilgili. dinin icabı olan bir şeyin, bir emrin, bir yasağın, bir ibadetin varlığı, sadece bu icabın kendisiyle ölçülecek soyut bir şey değil; onu hayata geçirmek için bulduğunuz çözümlerle, oluşturduğunuz kurumlarla ilgili bir husus. misal vermek gerekirse izdivaç dinin bir tavsiyesidir. görücü usulü bu tavsiyenin hayata geçirilmesiyle ilgili geleneksel çözümdür. islamî evlilik sitesi de bugünün gençlerinin bulduğu çözüm (!) olarak karşımıza çıkmaktadır. 

meselelerimizin bir vechesi kültürle ilgili, tarihe intikal etmiş bir medeniyetin çocuklarıyız ve yabancı bir medeniyetin cümlesine dahil olarak yaşamak durumundayız. kendi medeniyetimizin esası olan dini, bu yabancı medeniyetin getirdiği şartlarda hayata geçirmekte sıkıntı çekiyoruz. dün olanı körükörüne taklit etmek veya bugünün akıntısına kapılıp gitmekten ayrı, üçüncü bir yolu bulmamız gerekiyor.
#177107 - sirkencubin  - 12.05.2009   15:59

reçel yapmanın islam daki önemi


islam teorik bir takım insanların teoride yaşayacağı soyut bir düzen değildir, islam hayattır; kurban eti ve akıp giden kanı kadar, şadırvandaki su şırıltısı kadar, sadaka taşı kadar, namaz tülbenti kadar, kandil simidi kadar, rahle kadar, namaz tahtası kadar, takunya kadar, celî sülüs kadar, aşure kadar, elif cüzü kadar, kehribar tesbih kadar, diş kirası kadar, güllaç kadar, cumba ve kafes kadar, reçel kadar gözle görülür, elle tutulur bir şeydir. felsefeden vakit kalırsa biraz da sosyolojiye bakmak lazım, yoksa havandaki suyu öğütmek mümkün olmayacak...
#176523 - sirkencubin  - 12.05.2009   14:08

medeniyet:
oturdum kendi kendime düşünüyorum, neden bir konu reçel, koç, bahçesiz ev arasında boğulur gider, insanlar yapbozu toparlayıp resmin tamamına bakmazlar, teşhisler soyut çizgiler üstünde uçar, tesbitler konacak yer bulamaz... meğer kültürün vahye ters bir şey olması gibi, medeniyet de batıya ait bir şeymiş. elhak fiilen mevcut tek medeniyet, bizi de ister istemez içine alan tek medeniyet o, lakin kendimizinki idrakimizde bir iz bile bırakmamış galiba, çözülürken...


reçel yapmanın islamdaki önemini idrak etmeden önce, medineniz olmayacak sizin...

#176404 - sirkencubin - 12.05.2009 13:41

çoğunluğu türk olan bir ülkede türkçülük yapmak


gayet normal bir hadisedir. uzun süre milliyet kavramını kafasına hiç takmamış, neredeyse kendi adını bile unutacak hale gelmiş, elit çevrelerde ismi istihza ile anılır olsa da, edebiyatta ismi menfi çağrışımlarla kullanılsa da gocunmamış, kendi millî varlığından başka her şeye sahip çıkmış, din ü devlet, mülk ü millet(-i islam), i'lây-ı kelimetullah, nizam-ı alem kavramlarını nirengi noktası almış, şehadet getiren herkesi kendinden ve kendisiyle bir bilmiş bir milletin; sakosunu çarığını giyen "eyvallah" deyip gitmeye başladıktan sonra sap gibi ortada kalınca ancak aklına gelebilmiş bir hamledir. kuru kalabalıktan bir şey olmaz, teşkilatlı ve şuurlu azlıklar, dağınık çokluklara galip gelir. türkiye'de türkçülük bir savunma refleksi, varlığını devam ettirme gayretidir. bundan oğuz soyundan gelmeyenlerin alınması gocunması gerekmez, örfümüzde ırk gayreti yoktur, başka soylardan gelenleri yok etmek, ezmek, asimile etmek gibi bir gayemiz de yoktur, herkesi kendimizden biliriz, hakkın huzurunda olduğu gibi, devlet katında da her soy birdir, nihayetinde hepimizin aslı birdir. 

bu nasıl memlekettir ki, türk'e kızan, gıcık olan, antipati besleyen, kin güden ve düşmanlık edenlerin sayısı, diğerlerinin toplamından fazladır ve aslı türk olanların içinden bile türklük mefhumuma diş bileyenler çıkar ve türklerin içinde türkçüler azınlıktadır, yine de başkasında hoş görülen, sıra türk'e gelince kabahat olur? bir durun allah aşkına, bölgeciliğin, hemşehriciliğin dibine vuranlar bile, milliyetçilik sözünü duyunca, tefrika, kavmiyet, asabiyet demeye başlıyor. milliyetçilik fıtrî bir şeydir, "bilmemne köyünü kalkındırma ve hemşerileri yerleştirme ve başkalarını yanaştırmama" cemiyetlerinden milyon defa daha meşrudur.

baskın kültür diye bir şey de yok bu ülkede, osmanlı döneminde balkan kültürleri, ortadoğu kültürleri belirgin bir renk veriyordu ortalamaya, bugün ise kozmopolitizm hakim...

azınlığın kendisini korumasının yolu, kendisini çoğunluğun karşısında konumlandırmak değil, kendi rengiyle bütüne katılmaktır. çatışmadan beslenen bir varlık mücadelesi kimsenin hayrına olmaz.
#137782 - sirkencubin  - 06.05.2009   08:53

kürtçülük vs türkçülük


konuya aslında hangi kürtçülük ve hangi türkçülük diye bir tartışmayla girmek gerekir belki, ama orasını atlayıp sadede geliyoruz: türkçülük devletin bütünlüğünü savunur, vatandaşların etnik kimliklere göre ayrışan kategorilere bölünmesine karşı çıkar, hangi soydan gelirse gelsin, bütün vatandaşların bu ülkenin, bu toplumun fertleri olmak bakımından ortak bir kimliği olduğunu kabul eder. kürtçülük ise tersini. bu bakımdan saldırgan olan kürtçülük ve savunmada olan da türkçülüktür.
#124217 - sirkencubin  - 04.05.2009   13:58

yukarıcılar ve aşağıcılar



türkiye'de yaşanan sağcı-solcu, ilerici-gerici karmaşasını sona erdirecek formül. sağ-sol gibi fransız ihtilaline dayanan, ileri-geri gibi ilerlemeci dünya görüşünü esas alan sınıflandırmaların yerine, türkiye'ye mahsus olarak yukarıcı-aşağıcı ayrımı sözkonusu edilmelidir.

misal mhp ve akp yukarıcı partilerdir, chp ise aşağıcı bir partidir.

önce tanımlayan kazanır... *

#27872 - sirkencubin  - 04.05.2009   11:3



bu skalanın kullanıma girmesi halinde, birden bire türk irfanı ve ortalama zihin seviyesi çağlar ötesine atlayacaktır. mesela kimse kafelerde fingirdeyen dindar erkeklerden ve buna bayılan müslüman kızlardan bahsetmek gibi bir saçmalığa düşmeyecektir, onun yerine kafelerde fingirdeyen yukarıcı erkekler ve buna bayılan yukarıcı kızlar gelecektir.

bir din olan islam,

bir fikrî-siyasî duruş olan islamcılık

ve bir sosyal sınıf olan muhafazakarlık (sağ-orta sınıf)

birbirinden ayrılmazsa ve her biri için ayrı terimler kullanılmazsa, biri konuşurken hangisini kastettiğini açıkça ifade etmezse, havanda çok su dövülür. bu üçünü birbirinin muhalifi kategoriler olarak görmemek lazım, aslında şu ya da bu oranda örtüşüyorlar, ama tam olarak aynı şey değiller. çoğunluk hem sosyal hadiseleri ifade etmek için, hem siyasi ve fikri hadiseleri ifade etmek için, dinle ilgili terimleri kullanıyor, bu yüzden çoğu zamanlar insanlar dinden mi bahsediyorlar, sosyal bir hadiseden mi bahsediyorlar, siyasi-fikri bir hadiseden bahsediyorlar, kendileri bile bilmiyorlar.

gelin tövbekar olun, kavramları çorba etmeyin, çok işimiz var daha...
#123403 - sirkencubin  - 04.05.2009   11:54

antikapitalist müslüman gençler / mürteci


kanaatimce yanlış taraftan eleştirilen arkadaşlar bunlar, hatalı olan antikapitalist ismiyle ortaya çıkmaları değil, "müslüman" ismiyle ortaya çıkmaları. "müslüman ...ist olmaz" tarzındaki fikre katılmıyorum, nasslarla açıkça bildirilen hususlar dışında pek çok konuda ihtilaflar, farklı içtihatlar olması kaçınılmaz bir durumdur, aynı dine mensup insanlar farklı fikriyat dairelerine bölünebilirler. fitne farklı fikirlerde olmak değildir, fitne farklı fikirleri adeta din sadakatiyle benimsemekten kaynaklanır. uzun zaman islamcılar, islamcı sıfatından da, müslüman kelimesi hariç başka sıfatlardan da kaçındılar, böylece fitne ortadan kalkmadı, aksine büyüdü. insanlar dinleriyle ideolojilerini birbirinden ayıramadıkları için, ideolojilerini dinin bir cüzü, hatta belki de kendisi gibi görmeye başladılar. yağmurdan kaçarken doluya tutulmanın daniskasıdır bu. kimse "dinim bu, ideolojim ise şu" diyemezse, herkes ideolojisini "gerçek din bu" iddiasıyla başkalarına dayatmaya kalkar, ideolojisini benimsemeyenleri tekfir etmeye kalkar. ideoloji gereksiz bir şey değildir, ancak doğru anlamak gerekir. din size çağlar üstü bir mesaj ve değişmez esaslar verir. bazı hususlarda ayrıntıları değişmeyecek şekilde ince ince bildirir. bazı hususlarda ise karşı karşıya kaldığınız problemlere çözüm bulmayı size bırakır, sadece ipuçlarını verir. ideoloji asrınızın bilgi ve düşünce birikimini, inanç sisteminizin süzgecinden geçirerek ortaya koyduğunuz bir yorumdur. bunu yapmazsanız içinde bulunduğunuz durumu izah edemezsiniz, ileriyi göremezsiniz. dikkat etmeniz gereken, ideolojinin islam'ın emirlerini içinde bulunduğunuz çağda hayata geçirmek maksadına yönelik olsa bile; kul yapısı olduğunu, mutlak hakikatin ifadesi olmadığını, dine dayalı bile olsa bizatihi din değil farklı bir şey olduğunu aklınızdan çıkarmamanızdır. bir dönem kendilerini müslüman gençlik diye anan bir grup vardı. bunlar "müslüman gençlik" derken hasbelkader genç ve müslüman olan bütün insanları kastetmiyorlardı, sadece bir fraksiyonu kastediyorlardı. küçük bir cüz oldukları halde küllî bir isimle ortaya çıkıyorlardı. böylece müslüman kelimesini asıl manasından ayırıp sadece bir siyasi fraksiyonun ismi haline getiriyorlardı. ne yaptıklarının farkında olmadıkları için de fraksiyonlarını dinleri haline getiriyorlardı. şimdi yeni nesil bu hatayı, başına bir sıfat ekleyerek tekrar ediyor, katmerlendiriyor, pekiştiriyor. ağızlarında müslüman kelimesi antikapitalist gibi bir sıfat alabiliyor, zira zaten müslüman kelimesini de antikapitalist kelimesiyle aynı kategoride kullanıyorlardı. kelimeleri yerli yerinde kullanmış olsalardı, kendilerine antikapitalist islamcı gençler diyeceklerdi ve doğru bir fikriyatın yanlış bir fraksiyonu olarak işlem görseler bile bu kadar tepki çekmeyeceklerdi. ali şeriati'den, eliaçık'tan, yahut mesela necip fazıl'dan, ahmed arvasi'den ilh. öğreneceğiniz şey din değildir, fikriyattır. din ebu hanife'den, imam gazali'den ilh. öğrendiğinizdir. müslüman x-y-z-ist olur ve olmalıdır. din elzem, fikriyat lazım; elverir ki ikisini birbirine karıştırmayın.
(sirkencubin 08/05/2012 22:37 ~ 08/05/2012 22:39)

müslüman olmak


"sadece müslüman olmak" zor değil, imkansızdır. böyle bir abes beklentinin peşinden koşanlar, olur olmaz her şeyi din başlığının altına yazmaya başlayabilir, bu yüzden tehlikeli bir fikirdir. bir kişi cemiyet hayatının farklı cephelerinde farklı kimliklerle bulunur, islam bu kimliklerin hepsini denetlemekle birlikte; bu farklı cephelerle ilgili farklı sistemlerden ayrı bir şeydir. muhtelif cephelerden geri kalamadığınızda ve her biriyle ilgili bir tavır belirlemek durumunda kaldığınızda, ister istemez isminize farklı sıfatlar eklenir, farklı mensubiyetler edinirsiniz. eğer her bir alanı islam ile denetliyorsanız; islam kimliğine, islam mensubiyetine yeni kimlikler, yeni mensubiyetler eklemenizin bir mahzuru yoktur; bilakis tabii bir haldir bu, islam kimliğiyle, mensubiyetiyle çelişmez. halbuki islam kimliği ve mensubiyetinden başka hiçbir kimlik ve mensubiyet taşımamak fikrini bir saplantı haline getirirseniz, bilerek veya bilmeyerek; islam olmayan bir sürü şeyi de islam'ın kendisi gibi algılamaya başlarsınız. bir de bakarsınız ki, asrın sosyal bilimler ve felsefe birikimini, islam esasları ile sorgulayarak oluşturulmuş bir doktrin, bir siyasi ve fikri tavır, bir ideoloji dinin bir cüzü gibi algılanmaya başlamış. aynı dine ama farklı fikri kamplara mensup kişilerin birbirlerini tekfir etmesi bu tarz bir hatadan kaynaklanmaktadır. sadece fikri hayatın önünü tıkaması, algıları kısırlaştırması bakımından değil, daha fenası dinin algılanması, öğrenilmesi, yaşanması konusunda da meselelere yol açan bir takıntıdır, islam ve müslüman kelimelerinden başka her türlü sıfatı ve ismi reddetmek. 

tavzih: abes bir beklenti tabirinin kırıcı olabileceği yönünde bir ikaz geldi. lakin burada abes kelimesini kullanmak mecburiyetindeyiz. sadece müslüman olmak derken kastedilen, müslüman olmak sıfatına muhalif bir sıfatla sıfatlanmamak manasında ise, bu elbette doğru bir beklenti, hiçbir itiraz olamaz. ancak müslüman sıfatı dışında hiçbir sıfat taşımamak kastediliyorsa, böyle bir şey olamaz, her kişi mutlaka farklı sahalarda farklı sıfatları istese de istemese de taşır, uzun boylu olmak, filan memleketten olmak, falan okuldan mezun olmak ilh. ikinci manasıyla sadece müslüman olmak beklentisi, dönmeyen döner veya ıslak olmayan gazoz beklentisi gibi bir şey. yol açabileceği mahzurları da, zaten belirtmiş bulunuyoruz. sürç-i lisan etmişsek, affola...
(sirkencubin 05/05/2012 17:38 ~ 05/05/2012 18:04)

gençliğin bittiğinin anlaşıldığı yaş / mürteci


önce 20, sonra 36, derken 40; arkası yarın... gençlik öyle langadank bitmez, azar azar, damla damla, dalga dalga azalır gider. aklınız erdiğinden beri kaç kişi öldü, kaç bebek doğdu, kaç bebeğin bebeği oldu diye saymaya başlayınca biter. dizinizde kıkırdak erimesi çıkınca biter. kan şekeriniz oynamaya başlayınca biter. saçınızda bir tel beyaz görünce biter, sonra sakalınızda bir tel beyaz görünce bir daha biter. şu dünyada kime ne faydam oldu, ne eser bırakabildim diye düşünmeye başladığınızda biter. 65 yaşındaki amcalara "la daha gençmiş bu" demeye başladığınızda biter, "allahım 25 oldum, gençlik elden gitti" diyenlere çocuk gözüyle bakmaya başladığınızda biter. gençlik biter, sonra yine biter, daha sonra daha da biter; gençliğin bittiğini anlama faaliyeti bitmez.
(sirkencubin 06/04/2012 22:21)

bayan yerine hanım kullanma hareketi


bayan kelimesinde bir aşağılama tonu olduğundan şüpheliyim. aksine araya mesafe koyarak kibarlık etmek gibi bir fonksiyonla kullanılıyor. satıcı size yenge, abla diye hitap ediyorsa "kendinden" görüyor demektir, bayan diyorsa sizi farklı bir sosyal sınıftan görüyordur. en azından başta böyleydi, bayan kelimesi daha ziyade "sosyetik" tipler için kullanılıyordu. bağyan şeklindeki telaffuzda da yabancılaşmayı ifade eden bir istihza vardı, buradaki alay kadın olmakla ilgili değildi. bugün ise kelimeyi yersiz bir şekilde kullanmaya devam eden, hanım veya kadın kelimelerine tercih edenler arasında çokça kadın da var ve her seferinde aşağılama tonuyla değil, bilakis sık sık "tenzih" tonuyla kullanılıyor. bayan kelimesinin kullanılmamasına taraftarım, ama bunun sebebi uydurma bir kelime olması ve uyduruluş amacının da dışında büsbütün hatalı bir şekilde kullanılması. hanım kelimesinin bayan kelimesinin "yerine" kullanmak diye bir şey sözkonusu değil, o yer zaten hanım kelimesine ait, yapmak gereken kelimeleri yerli yerinde kullanmak.
(sirkencubin 17/11/2011 21:49)

yabancı doktorların türkiye deki hastalardan duyacağı ilk cümleler


-hastamız ölsün mü? 
-bizim hastamız acil, yirmi gündür kanaması var. 
-altı milyar maaş alıyorsun, eşşek gibi bakacaksın. 
-allah razı olsun. 
-ben bir şey sorup çıkacağım. 
-bi tane de ağrı kesici yazar mısın?
(sirkencubin 11/11/2011 01:24)

yabancı doktorlara türkiye deki meslektaşlarının öğreteceği ilk cümleler


-bir muayene, bir sonuç bakıyoruz. 
-barkod almazsan tahlil isteyemem 
-hastan acil değil, sıran gelince muayene edeceğiz 
-çocuğun kusuyor olması acil olduğu anlamına gelmiyor, dışarıda sıra bekleyen çocukların yarısı kusuyor zaten 
-acil servis reçete yazdırma yeri değil 
-yirmi gündür karnının ağrıması acil durum değil, yarın sabah polikliniğe gel 
-hangi hastayı kaç dakika muayene edeceğimi sana mı soracağım, çok biliyorsan gel kendin muayene et 
-raporsuz üç kutu yazamayız
(sirkencubin 05/11/2011 14:24)

-geçmişe yönelik rapor veremem, barkod tarihinden itibaren ancak. 
-muayenehanem yok 
-kartvizitim yok 
-telefon numarama gerek yok, hastanenin numarasından ulaşabilirsin 
-benim olmam şart değil, burda hangi doktor olsa bakar 
-çocuğun bir şeyi yok, gazı var sadece 
-tahlil sonuçların çıkınca gel
(sirkencubin 05/11/2011 15:13)

-senin işin bu hastanede olmaz, haseki'ye git 
-hangi salak seni haseki'ye gönderdi, etfal'e gideceksin 
-sosyal güvencen ne? 
-yeşil kartını ver 
-aç ağzını 
-nefes al ver 
-dizlerini bük 
-burası ağrıyor mu? 
-basınca mı daha çok ağrıyor, elimi çekince mi? 
-boyun posun devrilsin, allah'tan bul recep 
-ikinci dahiliye servisi asistan odasına iki çay, üç simit 
-git kime şikayet edersen et 
-sıra kavgasına devam ederseniz hiçbirinize bakmayacağım
(sirkencubin 06/11/2011 00:15)
 

-ince uçlu nokia şarjı olan var mı? (gerçi bunu türkiye'ye gelen herkesin öğrenmesi gerekiyor)
(sirkencubin 11/11/2011 00:18)

nöbet defteri


nöbet sırasında geçen vukuatın kaydedildiği defter. devir teslimi yapılan nesneler de bu deftere yazılır. nöbet sırasında, nöbetten sonra ilgili yere teslim etmek üzre kıymetli eşya zimmet altına alınırsa, o da deftere kaydedilir. vukuatsız geçen nöbetler boyunca her nöbetçi bir önceki nöbet notunu aynen yazar geçer, dolayısıyla hemen her sayfasında aynı şeyler yazan bir defterdir bu, sıkıcı bir nöbette okuyarak vakit geçirmeye elverişli değildir, bu sebepten hareketsiz bir yerde nöbet tutuluyorsa, nöbet defterine güvenmeyip tedarikli gelinmesi (roman, walkman vs.) yerinde olur. yine de defterin eski sayfalarına da bir göz atmakta yarar vardır, arada ilginç vukuatlar, tuhaf tutanaklar da çıkabilir. aynı nöbet notunu yaza yaza sonunda ezberlersiniz: bir adet nöbetçi subay kolluğu, bir bayrak, bir metal dedektörü, altı adet mermi... hareketli bir yerde nöbet tutuyorsanız, nöbetten çıkarken nöbet defterini yazıp imzalamanın ayrı bir zevki vardır, hürriyete kanatlanmadan önceki son dakikalarda, gece olup biteni anlattığınız satırlara bakar ve "heyt be! ne badireler (!) atlattık biz" diye havalara girersiniz. hoştur, her türk genci nöbet defterine yazmalıdır. 
(sirkencubin 02/11/2011 02:50)

roman


osmanlı'da -ve bilcümle şark'ta- romanın olmaması, nesirin olmaması ile de alakalı bir husustur. mesneviler, masallar, hikayeler tür olarak romana benzese de yapısı ve muhtevası bakımından ondan oldukça ayrılırlar, varlığa bambaşka bakan, ifade ihtiyaçlarının yönelişleri bakımından ciddi farklılıkları olan toplumların eserleridir çünki. bilhassa osmanlı söze önem vermiş ve onu fazla israf etmemeyi esas kabul ederek şiire yönelmiştir. romanda yapabileceğiniz tasvirlerin osmanlı için bir kıymeti yoktur, o bir beyte insanlığın bütün bir hikayesini sığdırmanın peşindedir. roman kurgusunun osmanlıda olmasını beklemek de safça olurdu, çünki prensipleri itibariyle islam medeniyetinin sanat anlayışına bağlı olan osmanlılar, anlık olanın değil değişmeyenin peşindeydiler. çini panoların estetik anlayışı ile şiir arasındaki ortaklık, hikaye ile minyatürlerin kendilerine has perspektifi arasındaki benzerlik meseleye ne şekilde yaklaşıldığına dair ipuçları olabilir. osmanlı'da batılı anlamda bir resim sanatı neden yoksa, roman da o sebepten yoktur. 

cemil meriç'in toplumsal çatışmadan kastı, avrupa özelinde görülen türde bir sınıf çatışmasıdır. filozoflar ideolojileri ile bu çatışmanın teorik savaşını verirken, romancılar da kendi yolları ile bunu desteklemekte idiler. burjuva sınıfı sermayedarları ve imalatçıları yanında, kendisine bağlı filozofları ve sanatçıları ile birlikte yükselirken, derebeylerine, kiliseye, krallara; eski bir dünyanın ellerini ayaklarını bağlayan kurallarına, anlayışlarına, geleneğine, kültürüne karşı çıktılar. roman da bu savaşta tarafların birbirlerine fırlattıkları taşlardan biri idi. şark coğrafyasında ise bu şekil bir sınıf çatışmasından çok, meselâ mezhep çatışmaları vardı ki bunların izlerini muhtelif edebî eserlerde de bulabiliriz belki, ama çatışmanın ana cephesi kelam eserleri gibi ilmî sahalarda olmuştur. şarkın macerası apayrı bir hikayedir. 
(sirkencubin 02/11/2011 02:48)

milli güvenlik


millî güvenlik dersinin ötesinde bir kavram, kurulu falan olur bunun, iç ve dış tehditlere karşı milletin güvenliğini sağlar. 

"... güvenlikler ikiye aayrılıır, millî güvenlik, millî olmayan güvenlik. millî güvenlik, bir ülkenin millî güvenliğini, millî olmayan güvenliklerden korumak ve kurtarmak için bir ulusun yapması gerekenlerin tümüne denir. eee, hocam, ööö, millî güvenlik, bir ulusun en önemli güvenliğidir. ee, ha, millî güvenliklerine önem vermeyen uluslar tarihten silinmeye mahkûmdur. eee -kim sıktı bu kravatı böyle ya?- milli güvenlik, ee -a, biri bişe fısıldıyo- eöö, ha, milli güvenlikte iç ve dış tehditler vardır, iç ve dış tehditler çok tehlikelidir, tehlikeli olmasalar bunlara tehdit denmezdi zaten. dış tehditler iç tehditlerden daha tehlikelidir. ayrıca iç tehditler de çok önemlidir. az önce de söylediğim gibi, bunlar gayrı milli güvenlik kavramına girer. ülkemizin iç ve dış düşmanları tarafından ulusumuza yöneltilen tehditlerdir. -zil ne zaman çalıcak ya?- ülkemiz çok düşmanları olan bir ulustur. tarihten beri bunlar hep ulusumuza düşman olmuşlardır. dış düşmanlarımız her zaman iç düşmanlarımızı kışkırtmışlardır. ... hocam walla çalıştım ya, heyecandan şimdi aklıma gelmedi, hocam..." 
(sirkencubin 02/11/2011 02:31)

30 Aralık 2012 Pazar

lisan ı kadim ile tekellüm etmek


fikre münasip bir zikirdir, meramı irfan-ı kadîm ile alâkalı olanların kârıdır. lâkin aslolan kelâmın zımnındaki mânâ cevheridir. yâr ister üç çifte zevrâkçe ile gelsin, ister pazar kayığı ile gelsin, illâ ki gelsin. içinde yâr olmayan saltanat kayığı nereye giderse gitsin, uğurlar ola. 
(sirkencubin 02/11/2011 02:25)

libido mahkumları


genel anlamda hayatını iştahının gösterdiği doğrultuda sürdürmeyi ifade eder. hayatın anlamının kordon'da demlenmek, browni yemek ve çiftleşmekle sınırlı olmasıdır. siyaset ve ahlak bunun üzerinden yapılandırılır. doğal zevklerin oburluğu seviyesinde kalabileceği gibi, azimle hepsini bitirmek, banci yapmak, madde kullanmak şeklinde dahasını aramak da gündeme gelebilir. idleri tanrılarıdır bunların, kendilerini kurban ederler. 
(sirkencubin 02/11/2011 02:23)

kutsal demlik


russell'ın çaydanlığı, diğer bir adıyla göksel çaydanlık, filozof bertrand russell tarafından dinlerin yanlışlanamaz savlarının yanlışlanması görevinin kuşkuculara düştüğü görüşünü çürütmek amacıyla ileri sürülen bir benzeşim. illustrated dergisinin 1952'de içeriğine kattığı (ama hiç yayımlamadığı) "bir tanrı var mı?" isimli makalesinde, russell aşağıdakileri söyler: 
" eğer ben dünya ve mars arasında eliptik bir yörüngede güneşin etrafında dönen çin seramiği bir çaydanlık olduğunu öne sürseydim ve bu çaydanlığın en güçlü teleskoplarımızla bile tespit edilemeyecek kadar küçük olduğunu ekleyecek kadar da dikkatli olsaydım, kimse bu görüşümün tersini kanıtlayamazdı. ama devam edip de bu savımın yanlışlanamaz nitelikte oluşundan dolayı insan aklının ondan kuşku duymasının kabul edilemez bir küstahlık olacağını söyleseydim, herkes haklı olarak saçmaladığımı düşünürdü. ancak, eğer böyle bir çaydanlığın varlığı eski kitaplarca onaylansaydı, her pazar günü kilisede kutsal gerçeklik olarak öğretilseydi ve okullarda çocukların beynine kazınsaydı, onun varlığından kuşku duymak bir gariplik belirtisi olarak görülür ve o kuşkuyu duyan kişiye yakınçağda bir ruh doktoruyla ya da daha önceki çağlarda bir engizisyon yargıcıyla bir randevu alınırdı.

http://tr.wikipedia.org/wiki/russell'in_%c3%a7aydanl%c4%b1%c4%9f%c4%b1
(sirkencubin 02/11/2011 02:22)
meseleyi karikatüre irca ederek çözme metodunun bir örneği. görünüşe göre kaynağını, daha ziyade hristiyanlarda rastladığım ispat takıntısından alıyor. gaybe iman kavramı karşısında bağlam dışı kalıyor. 

bilmek ve inanmak arasındaki fark, burada da ıskalanıyor. inanmadan bilemezsiniz, ama tersi doğru değil. doğruluğunu ispatlayamadığınız veya yanlışlayamadığınız şeylere de inanabilirsiniz. daha doğrusu, doğruluğunu ispatlayamadığınız veya yanlışlayamadığınız şeylere inanırsınız, inanmak doğruluğunu ispatlayamadığınız veya yanlışlayamadığınız şeylere dair bir kabul veya reddir. aklınıza yatıyorsa, kabul etmek için içsel tutumunuz üzerinde etkili olabilecek yeterli gerekçeniz varsa, bilmediğiniz bir şeye pekala inanabilirsiniz. yeterli sorgulama yapmadan kabul veya red demek, yanılma ihtimalinizi arttırabilir belki, ama inanabilmek için sorgulama yapmak şart değildir. sorgulama sadece temeli olan bir inanç ile temeli olmayan bir inanç arasındaki farkı ifade eder. inanç için sorgulamanın tamamlanmış olmasını, bir doğrulama/ yanlışlama durumuna ulaşmış olmayı beklemek saçma, zaten ona inanç denmiyor. herhangi bir konuda herhangi bir inanca sahip olmayan birini bulmanın mümkün olmadığını zannediyorum. ama birtakım efendiler, inançları farklı kategorilere ayırdıktan sonra, bazıları inanç değilmiş gibi yapıyorlar, sonra da inanmanın ne kadar saçma bir şey olduğu hakkında geyik yapıyorlar. 

burada boşluk kabul etmeyen bir alandan bahsedildiği de gözden kaçan bir husus, tanrıya veya bir dine inanmanın alternatifi sıfır inanç, aslan akıl, kaplan bilim durumu değildir. bir kısım inançları reddettiğiniz zaman, onların yerine başkalarını geçirirsiniz. toplum düzenlemenizi, bebeleri formatlama işini hristiyanlığa göre değil de hümanizme veya materyalizme göre yapıyor olmanız, "dinlerin dezavantajlarından" kurtulduğunuz anlamına gelmez. sadece bir haberciye atfedilen bir inanç kümesinden, kendi icat ettiğiniz bir inanç kümesine geçmiş olursunuz. bir dinle çaydanlık hakkında bir inancı karşılaştırmanın saçmalığı, örnek tersine çevrilerek görülebilir. kimse yörüngede bir çaydanlık var diye hırsızlık yapmaktan vazgeçmez, "aa çaydanlık yokmuş, olee" tribine girmez. (bkz: tanrı yoksa her şey mübahtır) eşit derecede temellendirilmiş/ temellendirilmemiş/ gerekçeli/ gerekçesiz/ makul/ saçma olsalar bile, bir toplum açısından bir dine inanıp inanmamakla bir çaydanlığa inanıp inanmamak çok farklı şeylerdir. din, bir dünya görüşü, hayat tarzı, değer yargıları, toplum düzeni demektir; çaydanlıksa sadece çaydanlıktır. 
(sirkencubin 02/11/2011 02:22)

kristaller manevrası


çok sınırlı endikasyonları olmasına rağmen ebehanımların çatır çatır yaptıkları, tez vakitte kolay yoldan uterusu rüptüre etme manevrası. gebe hanım ıkınmaya kasmazsa, ebe hanım kristallere kasar, gerekirse s...r atar, ne yapar eder, o çocuğu sağ salim çıkarır oradan, ebaanım bu, boru mu? ne var ki, bu satırların yazarı hiçbir seferinde komplikasyona rastlamamıştır. ya hocalar manevranın riskini abartıyorlar, ya da ebaanımlar aşırı maharetli. sanırım ikincisi. 

bu arada aldığımız bir ihtar üzerine editlemek suretiyle şunları da eklemek isterim ki, efendim, doğumevlerimizde, hastanelerimizin doğumhanelerinde son derece tecrübeli ve işinin ehli kadın doğum uzmanları çalışmakta ve herhangi bir yanlışlıklara mahal vermemektedirler. ebaanımlarımız da aslamdır, kaplandır. ayrıca doğum yaptırmak o kadar zor bi iş değildir esasında, özetlemek gerekirse çocuk düşmesin diye tutmaktan ibarettir. ben bile yaptım kaç kere. ama doğum yapmak zor mu derseniz, walla ne desem yalan olur, hiç yapmadım. yine de içiniz rahat olsun. çok kişi sağ salim atlatmaktadır. 

(b. ebaanım inşallah bunları okumuyorsun de mi? saygılar, hürmetler efendim. yok ben ebaanımları severim, walla, hemşiraanımlardan bile fazla severim, favorim ebaanımlar. zaten b. kristaller yapmaz. gerçi "b. ne yapar ki?" denebilir. aman canım, doğumhanede b.'ın işi bilip işe gitmediği gibi bir rivayet dolaşıyorsa da, bunun onu çekemeyenlerin dedikodusu olmadığı ne malum? de mi efendim? tabii...)
(sirkencubin 02/11/2011 02:19)

istanbul


bilen bilir, istanbul'a dönüşün en müstesna anı, köprüden geçtiğiniz andır. anadolu yakası çocukları, harem'de indikleri için, konuyla ilgili ne düşünürler bilmem, ama rumeli yakasından iseniz, asıl köprüyü geçtiğiniz anda istanbul'a girdiğinizi düşünürsünüz. saatler süren gece yolculuğunun ardından, sabahın erken saatlerinde iyice bastıran uyku ile boğuştuğunuz sırada, gözünüzü açar ve köprüye girmek üzere olduğunuzu fark edersiniz. bir anda uyku dağılır, yerinizde doğrulur ve tekrar uyuyup kalmamaya çalışırsınız. akıp giden firuze nehrine, hisar'a, uzaktan görünen kubbelere bakar ve gördüğünüz her ayrıntıyı zihninize kazımaya, her salisenin tadını çıkarmaya çalışırsınız. istanbul'a aşık olan birinin gözünde, istanbul'dan daha latif bir şehir olamaz. bunu en derinden hissettiğiniz vakit de, köprüde olduğunuz vakittir. öğrenciliğimizde, istanbul'a giden arkadaşlarımıza, köprüden geçerken iletilmek üzere selamlar emanet ederdik. pek sevdik biz seni, esselam istanbul... 
(sirkencubin 02/11/2011 02:03)

kitle


kitlenin akıl seviyesini en akılsiz tayin ettiği içindir ki, kitleyle veya kitleye dönüşme tehlikesi gösteren bir kalabalıkla muhatap olmak durumunda bulunanlar tavırlarını bu en akılsızı hesaba katarak oluşturmalıdırlar. üç yaşında bir çocuğun aklına sahip bir dev düşünün. her an her şeyi yapabilecek durumda, ama durdan sustan anlayacak durumda değil. felsefi vaazlarınız bir işe yaramayacağı gibi, dikkatsizce sarf edeceğiniz herhangi bir söz, karşınızındakinin damarına dokunacak bir hareket işlerin kontrolden çıkmasına sebep olacaktır. yüksek sesle şarkı söylemeyi çok seviyor olabilirsiniz, ama çığ tehlikesi altındayken bunu yapmanız pek akıllıca olmaz. bir gün hayallerinizdeki adanın sahillerine ulaşırsanız, istediğiniz şarkıyı bağıra çağıra söylersiniz... 
aydın olduğunu iddia eden insanın çevresini sağlıklı bir şekilde algılayabiliyor olması beklenir. aydın eleştirisini doğru muhataba yöneltmeli, akıl yolunu adım adım takip etmelidir. bir kalabalığı karşısına alarak savaş çığlıkları atmak aydına yakışmaz. aydın elindeki vasıtaları gerçeği ortaya çıkarmak için kullanmalıdır. ne basit fikirlerin, harcıalem çıkarsamaların, sloganların kolaycılığına takılmak aydın için kabul edilebilir bir harekettir, ne de mizah gibi nereyi keseceği belli olmayan araçları üstünkörü sağa sola savurmak. bir arada yaşama disiplininin önemli rükünlerinden biri de, muhatabının hassasiyetlerini gözetmektir. bilhassa sinirlerin gergin olduğu zamanlarda çok daha dikkatli olmak gerekir. korku, heyecan ve ümitsizliğin topluma yayılmaya başladığı bir dönemde, hadiselerin üzerine üzerine gitmek felaketle neticelenebilecek bir tavırdır. 
aklını kullanan insanların, sorumluluk sahibi davranmasını gerektiren bir konu da yarı aydınlardır. ideolojilerin, hazır fikir şablonlarının kolaylığına kapılmış ve dünyanın meselelerini bir çırpıda çözdüğünü sanan, her şeyi kolayca kesip atabileceğini düşünen insanlar da birkaç adımda bir kitleye dönüşebilecek bir grup oluşturur. bu tür insanları yönlendirebilecek pozisyonda olanların hesapsız hareketleri geri dönüşü olmayan olaylar silsilesini başlatabilir. 
fikir alışverişi için önce sükunet gereklidir. fikirlerinizi anlatmak istediğiniz insanlar sizi dinlemeye hazır değilse, uygun ortamı oluşturmanın yollarına bakmanız gerekir. tansiyonu yükseltecek tavırlar anlaşılmanızı büsbütün imkansız hale getirmekle kalmayacak, telafisi mümkün olmayan zararlara da yol açabilecektir. gerçekte amacınız toplumu ileriye götüreceğini düşündüğünüz bir mesajı iletmekse, ortalığı karıştırmak istermiş gibi davrananlarla bir safta durarak onların sizi sevkettiği yöne gitmekten kaçının. muhatabınız akılla ilişkisini yitirmek üzereyse, siz akıllı davranın. 
(sirkencubin 02/11/2011 01:57)

kadir-i mutlak


bu konudaki kafa karışıklığı daha ziyade mantığın bir araç olarak yerinde kullanılamamasından kaynaklanıyor. mantıksızla mantık ötesi arasındaki farkı atlamamak gerek. sadece kendi varoluş şeklimizle algılayabildiğimiz varlıklar, kavramlar üzerinde düşünebiliyoruz. mantık denen işletim sisteminin her türlü varlık problemini çözebilecek sınırsız bir araç olduğu varsayımı keyfi bir kabulden ibaret, bir temele dayanmıyor. 

tanrının kadir-i mutlak olması, mümkünat bağlamında bir ifadedir, muhal hakkında değildir. "tanrı kaldıramayacağı taşı yaratabilir mi" sorusu ve benzer sorular, tıpkı "tanrı parçalarından büyük olmayan veya parçalarının toplamına eşit olmayan bir bütün yaratabilir mi" sorusu gibi sorulması mantık açısından hatalı, kelime salatasından ibaret sorulardır ve cevap aranması da abestir. zihin böyle sorularda takıldığı zaman, bir kahve, biraz temiz havayla resetlemek faydalı olabilir. 

bilinmenin nasıl olup da belirlenmek anlamına geldiğini pek anlayamadığım için, ona dair pek bir şey söyleyemiyorum. ancak tanrının bilgisini insan bilgisi türünde bir bilgi gibi düşünmek, insanları sınırlayan zamanın tanrıyı da sınırladığını sanmak yine mantığı uygun kullanamamakla ilgili. "henüz" kavramı zamanla sınırlandırılmış yaratıklar için geçerlidir, "henüz" durumu sizi sınırlar, tanrıyı sınırlamaz, siz henüz varolmasanız bile, belirlemeksizin ne yapacağınızı bilebilir. 
(sirkencubin 02/11/2011 01:56)

john ronald reuel tolkien


tolkien'in modern bilime karşı bakış açısını eserlerinden deşifre etmek mümkün. gördüğümüz, bilgiyi tabiatın bağrından söküp alan, kadere ve tabiata meydan okuyan bir insan tipi yerine, kadim olana yönelmiş başka bir tür. kadim sadece eskinin adı değil. bu ad, kaynağa yakın olanı, eskimeyecek ve aslına sadık kaldıkça temiz, taze ve yüce kalacak olanı anlatıyor. insanoğlu, şu zavallı, biçare, bedbaht insanoğlu, pek çok mühim hadiselerin ancak sonuna yetişen, zamanın artık tükenivermeye yüz tuttuğunu hissettirecek kadar günlerin kısaldığı bir çağda dünyaya gelen, hayatı bir kelebek veya sinek gibi yaşayan, bütün büyüklüğü ve güzelliği, varlığın sınırsız savruluşlarına, muazzam hadiselerine, olanca sınırlı, olanca donanımsız haliyle katılışından gelen insanoğlu boyundan büyük kaderine katılırken gücünün en çok kısmını yaradılışının sırları arasından parıldayan bu cür'eti kadar, kadim olana bağlanışından alıyor. bilgi ainuların şarkısı, valar'dan noldor'a uzanan bir mecradan akıp geliyor. bilgi tanrıların bağından izinsiz koparılan bir salkım değil, sunulmuş bir kadeh. malumattan çok irfan ve hikmet ve her halde san'atla iç içe. 
(sirkencubin 02/11/2011 01:53)

hakaret ve sövme suçları


anladığım kadarıyla, bir fiil isnat ederek veya etmeksizin, bir kişiyi yaşadığı çevre itibariyle küçük düşürecek, rencide edecek şekilde anmak hakaret veya sövme suçu teşkil ediyor. 

misal, bir şarkıcı için "akşam akşam bet sesiyle beynimi iğfal eden çalgıcı bozuntusu" yazarsanız, katmerli bir şekilde suç işlemiş oluyorsunuz. "bet sesli" ve "çalgıcı bozuntusu" ifadelerinin yanında, kişiye "beyin iğfal etme" fiili isnat etmeniz de suç. halbuki "sesini beğenmediğim, dinlemekten rahatsız olduğum, yetenekli olduğunu da düşünmediğim kişi" yazsanız, yine aynı şeyleri söylediğiniz halde, mesele olmayabilir. 

dikkat etmek gereken bir nokta da, kıvırtma yollarının aslında pek açık olmaması. kitabına uydurduğunuzu düşünerek, kör göze parmak ifadelerle, kimden bahsettiğiniz anlaşılacak şekilde, aşağılayıcı sözler sarf ederseniz, yırtamama ihtimaliniz var. 

kendime hakim olamayarak sözün burasında bir fıkra anlatmak istiyorum. 

vaktiyle sovyet rusya'da, bir adam başkana küfrettiği için göz altına alınıyor. "ya ben bizim başkana küfretmedim, amerikan başkanına küfrettim" savunmasıyla pabucu kurtarmaya çalışıyor, ama güngörmüş komiser yutmuyor ve cevabı yapıştırıyor: "sus bakayım serseri! ben yirmi yıldır bu ülkede memurum, hangi başkana küfredileceğini gayet iyi bilirim..." 
(sirkencubin, 30.12.2004 15:56) 
(sirkencubin 02/11/2011 01:47)

güzellik


tanımlanamayan, ancak örneklendirilebilen bir kavram. 
bu arada güzellik deyince insanların özellikle insan bedeni ve çehresinin güzelliğini düşünmeleri ilginç. güzellik kainattaki her şeyle ilgili olabilir: sapı kırık bir çiçekle, ölü bir hayvanın dişleriyle, kim bilir kaç zamandır suyun cefasını çekmiş, terbiyesini görmüş küçük, yeşil bir çakıl taşıyla, annenin jesti, yavrusunun mimiğiyle, şelaleden dökülen suyun türküsüyle, mavi bir yıldızın ışığıyla, iğde çiçeğinin rayihası, küçük bir yabani yemişin tadı, bir şiirin muhayyilenizde bıraktığı iz, ebru teknesinde raks eden renkler, yayın tele bir teması, neye üflenen bir nefes... en iyisi sizi şöyle alalım: estetik.
(sirkencubin 02/11/2011 01:46)

gichin funakoshi


yerden yüksekliği beş feet civarında bulunan bir okinawalı olan funakoshi, meiji iktidarının ilk yılında doğduğunu söyler. zayıf bir çocuktur ve ailesi üç yıl bile yaşayabileceğini düşünmemiştir. ilkokulda arkadaşının babası olan bir karate ustasından ders almaya başlamıştır. bu dönemde karate çalışmak yasak olduğu için geceleri gizlice çalışmaktadır. ailesinin karşı çıkmasına rağmen, öğretmen olarak görev alabilmek için tepe perçemini kestirir. tepe perçemi geleneksel bir semboldür ve reform-restorasyon dönemi tarafından resmen yasaklanmıştır (bu size tanıdık geliyor mu?). 30 yıl kadar öğretmenlik yapar. sonra karate'ye gösterilen ilginin artması üzerine tokyo'da yerleşerek bu sanatı öğretmeye başlar. bu arada geleneksel hareketleri kolay öğrenilebilecek şekilde sadeleştirir. kara-te sözünde kara şeklinde okunan kelimenin çin (tang hanedanı) mânâsına gelen kanji ile mi yoksa "boş" mânâsına gelen kanji ile mi yazılması gerektiği konusundaki karışıklığı ortadan kaldırır. aslına bakılırsa pek de karışıklık yoktur, genelde bu spor "çin eli" şeklinde tanınmakta ve öyle yazılmaktadır. ancak muhtemelen çin kelimesinden pek hazzetmeyen funakoshi, "boş el"in silahsız savunma sporuna daha uygun bir isim olduğunu düşünür ve boşluğun budist çağrışımlarını da hesaba katar ve bu kelimenin yazılması ile ilgili olarak bu yönde tavır koyar. böylece çin eli, okinawa te, bushi no te veya sadece te olarak anılan sanat her yerde boş el olarak tanınır. tokyo'daki ilk yıllarında epeyce sıkıntı çeken funakoshi usta, bahçe süpürmek gibi işlerle bile uğraşırken bir yandan da karate dersleri vermeye devam etmiştir. zamanla öğrencilerinin çoğalması ve aralarında üst tabakadan kişilerin artması ile daha rahat bir şekilde eğitimini sürdürebilmiştir. dojosundaki eğitimin yanısıra okullarda ve orduda karate eğitimi verilmesi için de çalışmaları olmuştur. elinden onbinlerce öğrenci geçen funakoshi, karate eğitiminin dışında şiir ve kaligrafi ile de uğraşmış ve kitaplar da kaleme almıştır. dinç ve zinde bir genç olarak yaşlanmış, doksan yıl kadar yaşamıştır. 
(sirkencubin 02/11/2011 01:43)

asistan


hoca var, hocacağız var; asistan var, asistancık var. kimi hoca vardır, yetiştirir yetiştirir, vefa göremez, evlat acısına benzer bir acıdır damağında kalan. kimi asistan var, bir elinden tutanı olmamıştır, "arkam sensin kal'am sensin dağlar hey" diyebileceği bir hoca bulamamıştır, bir nevi yetimliktir onunki de. nâdanlar birbirini pek kolay bulur da, şöyle balla kaymağın bir arada olduğu haller pek nadir görülür. görülebilirse kıymetini bilmek gerekir. öyle hoca olur ki, onun asistanı olmak, alınabilecek bütün akademik payelerden evlâdır. insan ordinaryüs olur da, ne doçentlikten ne profesörlükten "filan hocanın asistanıyım" derken aldığı hazzı alabilir. dekan da olur, rektör de olur, amma ömrü boyunca hocasının asistanı olarak kalır. tıpkı dede bile olsanız, babanızın yanında bir küçük çocuk gibi kalmanız gibi. bilim bilmekten ibaret değil, vefa da olursa daha güzel. "ilim ilim bilmektir..." biliyorsunuz işte... 
(sirkencubin 02/11/2011 01:21)

türk olmak şereftir


türk olmaktan gurur duymak: 


kendini türk hisseden biri için tabii bir haldir. ana-babanızla, evladınızla, kardeşinizle gurur duymanızdan çok farklı değildir. bu kişiler sizi utandıracak şeyler yapmamışlarsa, tarihe geçecek bir başarıları olmasa bile, bir vesile bulur, onlarla gurur duyarsınız. sevmenin, kendini yakın hissetmenin neticesidir bu. kafa karıştıran nokta, gurur kelimesinin farklı çağrışımlarla kullanılabilmesi. burada iftihar etmekten bahsediyorum, kibirlenmekten değil. rahmetli ninem "güvenmek" diye bir tabir kullanırdı, gönenmek de buna yakın olsa gerek. şahsen çaba harcayıp elde ettiğiniz bir şey olması gerekmez, yahut atalarınızın "üstün", başka milletlerin "aşağı" olması da gerekmez. sadece kendiyle barışık olmakla ilgili, bir kimlik şuuru taşımakla ilgili, bir tür varoluş coşkusu çeşnisi taşıyan bir his bu. günışığı nasıl içimi ısıtıyorsa, mavi gök nasıl ferahlatıyorsa, yemyeşil ağaçlar nasıl huzur telkin ediyorsa, tarlalarda uzanıp giden al gelincikler nasıl gönlümü çeliyorsa, öyle gurur veriyor bana türk olmak. uzun bir tarih boyunca akıp gelen bir macerayı hatırlamadan bile, al bayrağımın gölgesini gökyüzünde, beyaz bulutlar arasında görmek beni sevindiriyor. nasıl sevgilinizi çok iyi bir kariyeri olduğu için değil, güzellik yarışmalarında derecelere girdiği için değil, sadece gözlerine baktığınızda, gözlerinin ötesinde, derinlerde bir yerde gizli bir şeyleri hissettiğiniz için seviyorsanız, milletinizi de öyle seversiniz, öyle gurur duyarsınız. 

diğer taraftan, türk doğmak bir çaba gerektirmiyor olsa bile, türk kalmak o kadar da kolay değil bu memlekette. kasmayın bu kadar, kendinizi sevmeden, başkalarını nasıl seveceksiniz? 
(sirkencubin, 25.11.2004 14:38 ~ 14:41) 
(sirkencubin 02/11/2011 00:39)

mecelle


sadece mahkemede değil, günlük hayatta da işe yarayabilecek bir metindir, bilhassa da ilk yüz maddeden meydana gelen mukaddimesi. mukaddime, mecellenin usül kısmıdır ve "beraet-i zimmet asıldır", "şekk ile yakîn zâil olmaz" gibi mânânın billûrlaştığı, faidenin bal damlası gibi süzülüp aktığı düsturlar ihtiva eder. mümkün olursa bir "mecelle mukaddimesi şerhi" alıp okuyun, haddim olmayarak tavsiye ederim. 
(sirkencubin, 04.02.2003 23:23) 


daracık sokaklarda yüksek apartmanların manzarasız pencerelerinin birbirine baktığı; özel hayatın, mahremiyetin giderek aradan çekildiği bir çağın insanlarının anlamakta zorlanacakları bir hukuku temsil eder mecele. yazıldığı vakitlerde henüz hususî hanelerde yaşanmaktadır, bu haneler sefer tası gibi üst üste dizilmiş değildir, her birinin bahçeleri, taşlıkları, avluları vardır. bazen sokağa bakan yüzleri tamamen kör olan, ama umumiyetle seçicilik sağlayan kafeslerle korunan bu evler, ışığı da, havayı da daha ziyade bahçeden, avludan alır; hayata, nefes alıp verdiği bu mekanlardan bağlanır. insanların ve bilhassa da kadınların görünmek istemedikleri kişilere görünmeme haklarının teslim edildiği zamanların kanunudur mecelle. şahsa ait olanın hürmet gördüğü zamanlardır. evler sokakları kesebilir, çıkmazlar devrin şahsiyet numunelerindendir. çıkmaz haline gelen sokak rastgele insanların gelip geçtiği bir yer olmaktan çıkar hususî insanların hususî maksatla gelip gittikleri bir yer olur. orası size aitse güzel bir ev kondurup iki ucu açık bir sokaktan iki adet çıkmaz üretirsiniz. kimse de buradan yol geçecek kardeşim diye mülkünüze müdahele etmez. kimse, yani devlet. ama orası sizin değilse, başkalarını rahatsız edecek bir çıkma bile yapamazsınız. inceliklerin, hassasiyetlerin, özlenesi günlerin kanunudur mecelle. 
(sirkencubin, 19.02.2003 01:04) 
(sirkencubin 01/11/2011 23:25)

necip fazıl kısakürek in gençliğe hitabesi


gençliğe ağır gelmiş bir hitâbedir. gençlik ekseriyetle bu kabîl kallavî sözleri anlayıp hazmedecek idrak seviyesinde olmamıştır. böylece bunları bir hareket noktası kabul edip, üzerine bir şeyler koyabilmek yerine, renkli oyuncaklar gibi ellerinden, şekerli sakızlar gibi ağızlarından eksik etmemiş ve necib fazıl'ın neredeyse her sözü gibi, bunların da içini boşaltıncaya kadar uğraşmıştır. necib fazıl'ın çok özlediği gençliğin, onun eserlerine yaptığı cânım atlasları eğri büğrü kesip kesip mendil yapmaktan öte bir şey değildir: necib fazıl cümlelerini bir sürü slogan ve klişeye tahavvül ettirmişler, kendileri yükselmek yerine, sözün kıymetini kendi seviyelerine indirmişlerdir. çıkmaz sokağın birinden dönüp bir başkasına girmişler, yeni yeni müslümanlık markaları icat etmişlerdir. yazıktır. kalabalıktan uzak durmak gerekmektedir. diğer yandan sürüden ayrı durup nefsine mukayyet olmak da müşkildir, allah sonumuzu hayreyleye. 
(sirkencubin, 23.07.2003 09:46) 


atatürk'ün gençliğe hitabesi ile mukayese edilmemesi gereken, aynı türde farzolunursa edebî bakımdan zaafları görülen bir metindir. belki hitabe havasında, heyecan dozu yüksek bir deneme kabul edilmelidir. 

devlet ve millet hayatının kaç asırdan meydana geldiğini tesbit etmek ve bunu devrelere ayırmak, bir hitabe için menfi puan getirir. bunlar belki tarih görüşü hakkında bir deneme için malzeme olabilir. tartışılabilir olması bir yana, hitabe için gereken sadelik, üsluplandırılmış olma hali, kesme billûr hâleti yoktur bu kısımda. 

hitabe, şiire çalan bir şeydir, mecazen kutsal metin kabul edilebilecek bir şeydir, içinde kurbağa lisanına yer olmamalıdır. tasvip etmediğiniz kelimeleri belki bir hiciv yazısına kabul edebilirsiniz, ama hitabede söylemek, üstüne bir de kullandığınız kelimeler hakkında yorum yapmak, güzel bir tezhibin kenarına sinek fotoğrafı yapıştırmaya benzer. 

emekçiye, kapitaliste nasihat de kanaatimce hitabenin havasına uymamaktadır. gençliğin bu husustaki vazifesini işaret kabilinden bir cümle ile icmâl edip tafsilini başka metinlere bırakmak evlâdır. "komik üniversite, hokkabaz profesör" ve saire diye saydırmak yine dümeni hiciv tarafına kırmakta, "güneş", "astar", "marka" polemik cihetine yalpa etmektedir. "tek cümleyle" hitabe nev'inin billur parıltısını görmeye başlamış iken, kâsenin içinden kubur fareleri çıkıyor, metne yakışmıyor. velhasıl güzel yazı, ama gençliğe hitabe olarak değil. 
(sirkencubin, 23.07.2003 10:00) 
(sirkencubin 01/11/2011 21:34 ~ 01/11/2011 21:34)

müslüman gençlik


radik diyorduk biz bunlara. sistem karşıtlığını devlet düşmanlığı şeklinde algıladıklarından içlerinden telefon kulübelerini tahrip etmek tarzında eylemler yapan akıldaneler de çıkabiliyordu. yurt temsilcisi seçiminde adaylarının seçilme şansı olmadığını bile bile aday çıkarıp sağ oyları bölerek, solcu adayın seçilmesine vesile olduktan sonra solcularla birlikte halay çekmek gibi işlere imza atmışlıkları vardır. pek itiraf etmeseler de siyasi kürtçülüğe çok soğuk bakmıyorlardı, ya da güneydoğu kökenliler ağırlıkta olduğu için, bizim okuldakiler öyleydi. solculara yakın durdukları için karpuz diyoduk bir de biz bunlara, dışı yeşil içi kırmızı anlamında... 
(sirkencubin, 14.11.2008 11:27) 


tabii sırf bizimkilerle itişip kakışmıyordu elemanlar, arada kendilerini bizden daha yakın hissetikleri kızılcıklarla (solculara da öyle diyorduk) da kavga ediyorlardı, elleri dert görmesin. 

o değil de, radiklerin lafını görünce hatıralarım depreşti, iki üç eski günlerden yazayım dedim, neler neler anlamışsınız, ne desem size bilemiyorum. hayır dangalak diycem de, tam uymıycak, dangalaklar daha sevimli... 
(sirkencubin, 14.11.2008 14:09) 


bu arada inancımız ve mescidimiz elhamdülillah aynıydı köftelerle, ama desteklediklerimiz, karşı çıktıklarımız, tavırlarımız arasında dünya kadar fark vardı. aslında mescit konusu karışık biraz, "abuk sabuk şeyler okuyo bunlar, ehli bidatler, mezhepsizler" diye bi düşünce vardı kendilerine dair, o sebepten bunlardan biri namaz kıldırıyorsa bitirene kadar oturup bekliyordum şahsen, arkalarında namaz kılmıyordum. çocuktuk, ufacıktık... 
(sirkencubin, 14.11.2008 14:33) 


bunlar hakkındaki yanılgılardan biri de tarikatlerle aralarından su sızmadığıdır. birbirlerinden hiç hazzetmiyorlar bildiğim kadarıyla. 

konuya dönmüşken not edeyim, kendilerine hatalı bir isim seçtiklerini düşünüyorum. türü cinsin ismiyle anmak zaman zaman kafa karışlığına yol açabilen bir iş ve tabirin işaret ettiği "her müslüman" değil, "bazı müslümanlar", hatta "bazı müslümanların bazısı". kendilerinden başka herkesi tekfir ediyorlarsa, kendi açılarından tutarlı olurlar elbette, o durumda başkalarına da sadece "allah ıslah etsin" demek düşer. 
(sirkencubin, 17.11.2008 08:53) 
(sirkencubin 31/10/2011 01:30)

alparslan türkeş / ekşi


cumhuriyet dönemi türkiyesinin nadir gördüğü "lider"lerden biri. milliyetçi potansiyelin komünizme karşı mücadele için organize olmasında en önemli isimlerdendir. "hareket" afganistan'ın türkiye'de tekrarlanamaması bakımından başarılı olmuşsa da, bu işi devletin güvenlik birimlerine bırakmak yerine gençliği gerilla karşıtı şekilde teşkilatlandırmak ve ateş hattına sürmek ülkeye çok değerli pek çok hayat kaybettirmiştir. sadece vatanlarını savunmak amacıyla göz kırpmadan geleceklerini ve canlarını feda edenlerin değil, "devirmek" paranoyasıyla kendi devletlerine saldıran zavallıların hayatları da önemlidir, bu ülkenin insanıdırlar. sovyet emperyalizmine karşı mücadele başarılı olmuşsa da zayiat hesaplandığında, ülkeye pahalıya patladığı ve mücadelenin kendisinde değilse bile taktiğinde hata yapıldığı görülmektedir. "solun ihanete varan davranışları karşısında, sağla olan kavgamızı erteledik" diyen "lider", sovyet emperyalizminin mukabili olan amerikan emperyalizmine karşı kayda değer bir sonuç alamamıştır. 1980 sonrasında "hareket", "atalete" düşmüş ve idealleri doğrultusunda varlık gösterememiştir. "lider" birinci sorumludur. 

kayıpları ve acıları sadece kendilerinin yaşadığını sanan, olayları kendilerinin başlattığını hatırlamayan yahut hatırlamak istemeyen zavallıları, ülkeleri için, insanları için iyi bir şeyler istediklerini düşünen iyi niyetli, fakat gafil bir takım kişileri, bir takım satılmışları hâlâ öfkelendiren, bazı kuduz köpeklerin salya ve hırıltı nöbetlerinde boğulmasına sebep olan koca kurt, allah taksiratını affetsin. 
(sirkencubin, 03.12.2002 00:00) 


türkiye'de hakkında en çok palavra sıkılan şahıslardan biridir. kızıl devrim karşısında en ciddi engeli teşkil eden kuruluşları teşkilatlandırdığı için beşinci kol ajanları tarafından iftira kampanyasına hedef olması tabiîdir. ancak katil olduğu şeklindeki iri kıyım iddialar yerine daha basit birkaç tanesini düzeltmek istiyorum. (diğer hususlardaki araştırmalarım tamamlanmadı daha) asıl adı hüseyin feyzullah değil ali arslandır. ilkokul öğretmeni tarafından alparslan şeklinde değiştirilmiştir. 1944 hadiseleri sırasında tutuklanmış ancak işkence görmemiştir. kıbrıslı olduğu için rum olduğu da zaman zaman gündeme getirilmekte ise de aslında kıbrıs'a kayseri pınarbaşı'dan göç etmiş bir avşar ailesinin soyundan gelmektedir. 27 mayıstan sonra diğer 13 subayla birlikte millî birlik komitesi'nden ihraç edilerek sürgüne gönderilmesinin sebebi bu ekibin idamlara karşı olmasıdır. 
(sirkencubin, 16.02.2003 20:18) 


hakkında bir sürü batıl itikat olan kişi. mesela bir moritanya efsanesine göre tutukaka adasında herkes barış içinde yaşarken, sulardan çıkan bu yaratık tatlı-sert sözleri, fitneli bakışlarıyla insanları birbirine düşürmüş, çok kanlı bir kavgayı başlatmıştır. oysa bilge ihtiyarların tarih anlatılarına göre böyle bir şey olmamıştır. gerçek şudur: tutukaka yakınlarındaki kozobogo adası tutukaka'ya göz dikmiş ve gençleri afyon ve tuhaf dualar, garip tılsımlarla ayartmaya başlamıştır. afyonlu gençlerin ayaklanıp adayı ele geçirmesinden endişe eden tutukaka savaşçıları bir araya gelmiş ve bu adam da onları yönetmiştir. bir rivayete göre de, adayı kozobogo'nun ele geçirmesi ve güç dengelerini değiştirmesi tehlikesine karşı daha uzaktaki amogoto adası da tutukaka savaşçılarına el altından yardım etmiştir. eskimızraklıyenidenizkabuğutaciriafyoncukalıntısı adamları yeğenlerine yalan söylemiştir ve savaşı kendilerinin başlattığını gizlemişlerdir. uzun hikayedir, hem acıklıdır da... 
(sirkencubin, 29.05.2003 09:32) 


hatırladığım kadarı ile 1944 sıralarında turancılık davasında yargılandığında genç bir teğmen, en azından alt rütbede bir subaydır. orduda herhangi bir politika izleyebilecek durumu yoktur. turancılık davasının da önde gelen sanıklarından biri değildir. bu davada hüküm giymeyen tek kişi de değildir, aksine temyizde -yahut muhakemenin iadesinde, tam hatırlamıyorum- bütün sanıklar beraat etmiştir. dava daha ziyade sovyet tehlikesine karşı ismet paşa'nın bir şirinliği olarak gerçekleşmiştir. 

kendi ifadesine göre 27 mayıs'a engel olmaya çalışmış, ancak başarılı olamayınca hiç olmazsa daha vahim bir seyir takip etmesini engellemek üzere içinde yer almıştır. bu beyanını doğrulayacak veya yalanlayacak başka bir şehadete rastlamadım. 14'lerin saf dışı edilmeleri mbk geneli ile ters düşmelerinden olsa gerektir. cemal gürsel'in maşa olmaması diye birşeyin söz konusu olması muhtemel değildir, zira odadan en son çıkan kişinin dediğini yapan bir kişi olarak tasvir edilmektedir, "cemal aga". 

milliyetçilerin fikriyatının ne sularda seyrettiği hususu ise, türkeş'ten ziyade milliyetçi aydınlarla ilgili bir meseledir. yakın arkadaşı dündar taşer'in bile bu hususta türkeş'ten fazla etkili olması sözkonusu olabilir. bu dönemde peyami safa, cemil meriç, erol güngör gibi kişiler mhp'li gençlerin fikirlerinden etkilendiği isimlerin başında gelmektedir. türkeş'in inisiyatifi insanlara fikir değiştirtmek için yeterli değildir. keza "yobaz"ların kazanılması gibi bir amaç güdülmüş olsa idi, -meselâ- namaz kılmaya başlayabilirlerdi. "tanrı dağı kadar türk, hira dağı kadar müslüman" söylemi, "türk müsün, müslüman mısın?" türü abuk sabuk sorulara cevap olarak gündeme getirilmiştir. 
(sirkencubin, 11.07.2003 13:00) 


türkes'in ermenilerle görüsmeleri pek de gizli degildi hatirladigim kadariyla. tabii ortadogu'dan baska bir gazete yazmamis olabilir, orasi ayri. 
(sirkencubin, 26.04.2005 10:54) 
(sirkencubin 31/10/2011 00:49)

solcuların kendini işçi sınıfı yerine koyması / ekşi


türkiye'de işçi sınıfı diye bir sınıf olmadığı halde, teoriye göre olması lazım geldiği için, çakma olsun, essah olsun yurdumun solcularının oynamak zorunda kaldığı tiyatro. hadisenin daha ziyade orta tabakanın "sağ" ve "sol" kanatlarını teşkil eden sınıflarla krem dö la krem sınıf arasında cereyan etmesine ve alt sosyoekonomik tabakanın bunların teori ve pratiklerine itibar etmemesine rağmen, gözlerini kapayıp kendilerini avuturlar, peşlerine takılan birkaç işçiye bakıp "emekçiyiz" diye havaya girerler. yazık... 
(sirkencubin, 12.11.2008 13:23) 


ücretli kesimi "işçi sınıfı" sanmak ve kendini bu kesimin sözcüsü-savunucusu sanmak gibi bileşenleri vardır. 

--yaw, haritaya göre burda bi işçi sınıfı olması gerekiyodu ulaş!? 
-biz varız ya!.. 
--len böyle daha çok yalı kazığına benziyoruz... 
-sus, faşiz olma!.. 
--yaw marsık amcanın teorileri buraya uymuyo olamaz mı? 
-teori bizim bilincimiz, bilinçaltımız, gerçeğimizdir, saçmalama!.. 
--hmmmm... 
(sirkencubin, 12.11.2008 14:46) 


bu davranışın temel sebebi sadece kayıttan okuma opsiyonuna sahip olup, teorinin dışında düşünememektir. biri ezberinizin dışına çıkan bir şey söyleyince afallıyorsunuz. 

ev ödevi şimdi size, aşağıdaki iki ifade arasındaki zilyon buçuk yüz milyon on farkı bulunuz: 

1) solcuların kendini işçi yerine koyması 
2) solcuların kendini işçi sınıfı yerine koyması 
(sirkencubin, 12.11.2008 15:10) 


hadi yine iyisiniz, konuyla ilgili bir de idiot proof özet tanım yapalım, bu kıyağımı da unutmayın 

1) üretim araçlarına sahip olmayan 213087396874968742986 kişiyi yanyana koyunca, bunlar bir işçi sınıfı etmez. 
2) bunların 213087396874968742944,5 tanesi solcu değil. 
3) işçi sınıfı dediğiniz şey kaç adet eski tüfekten meydana geliyor, onu hesaplamak da matematik ödeviniz. 
(sirkencubin, 12.11.2008 15:16) 


evreni kafanızda insanların para alanlar ve para verenler olarak ikiye ayrıldığı bir yer olarak kurgulamış ve kategorilerinize sınıf diye bir isim takmışsanız, gayet rahat yapabilirsiniz böyle bir şeyi, bu sizin inancınızdır, başkasını bağlamaz. çevrenize bu gözlükle bakınca da kendi içinde bir bütünlüğü olmayan yığınları sınıf olarak algılarsınız, kendi realitenizi "yaratırsınız", a beautiful mind filminde nash amcanın şemsiye takımyıldızı icat ettiği gibi... bu taraftan bakınca da siz salak gibi görünüyorsunuz yani. 
(sirkencubin, 13.11.2008 09:05) 


"kendini yerine koymak" empati olarak anlaşıldığı zaman gayet makul ve mantıklı, herkesin başına gelebilecek bir hadisedir. kendini öyle saymak anlamında kullanıldığı zaman, kendini napolyon sanmaktan çok farkı yoktur. 
(sirkencubin, 25.11.2008 12:20)
(sirkencubin 30/10/2011 02:38)
 
işçi sınıfının sol tarafından sömürülmesi: solcuların kendini işçi sınıfı yerine koymasını takip eden adım. ortada menfaatine çalışılacak bir sınıf olmayınca, el mecbur kendi menfaatlerine çalışıyo garibanlar. 

o değil de, bir bayram meral vardı, ne oldu ona? 

(bkz: sendika) 
(sirkencubin 30/10/2011 17:45)

muhafazakar


insanların kafasını karıştıran bir kelime oldu son yıllarda, eskiden değildi. 

önce bir anektod anlatalım, misal netleşsin. bizim a. hoca ile -ki babamla akran kendisi- sohbet ederken, konu neydi hatırlamıyorum, bir noktada takıldık. ben "eskiden beri öyleydi" diyorum, o "hayır yeni öyle oldu" diyor. bir iki çekiştikten sonra mesele anlaşıldı: ikimiz de yetmişli yıllardan bahsediyorduk. 

türkiyedeki sosyal ve siyasi hareketliliğin altındaki fay hattı iki medeniyetin çekişmesi. tarihe intikal etmiş türk-islam medeniyetini ihya etmeyi savunanlarla, batı medeniyetine dahil olmayı hedefleyenler arasında dava. ortada yeni bir şey olarak garp kültürünü getirmek isteyenler ve eski kültürü muhafaza etmek isteyenler var. kavramlar buna göre konumlanıyor. "statüko" islam ve türk kültürü yani. halbuki yeni nesil "mevcut düzen" olarak batıcıların düzenini kanıksamış olduğu için statüko deyince tam tersini anlıyor. böylece kim neyi muhafaza edecek, karışıyor. 

neticede muhafazakar kelimesi, aslında islamcı teriminden, "dindarlar" derken kastedilenden veya bazılarının tercih ettiği kullanış ile "müslüman" tabirinden farklı bir şeye işaret etmiyor. kanaatimce terimleri birbirinden ayırmak gerekli, ama muhafazakar tabiri, islamcılık fikrinin dışında bir fikri ifade etmek için kullanılmaktansa, bu fikri benimseyen sosyal tabaka için kullanılmalı.
(sirkencubin 30/10/2011 01:21)

ingilizce conservative teriminin karşılığı değildir. türkiye'de sağ-sol kelimeleri gibi, batı medeniyeti kavramının birçok kavramları net bir yerlere oturmamaktadır. keza milliyetçilik de nationalism karşılığı değildir. conservative kabaca burjuva zümresinin fikriyatını ifade etmektedir. bizde burjuva da yoktur, proleter de yoktur, reform, rönesans, sanayi devrimi de yoktur. isim benzerliği deyip geçmek gerek kanaatindeyim.
(sirkencubin 30/10/2011 01:53)
 
kelimelerin kökenleri ve geldikleri yerde ne mana ifade ettikleri ayrı şeydir, yeni çevredeki sosyal dinamiklerin neresine nasıl oturdukları apayrı bir şeydir. muhafazakarlık, milliyetçilik, liberallik batı'da birer ideoloji olabilir, ama türkiye'de daha ziyade birer tavırdır. kelimeleri böyle anlamlarını kaydırarak kullanmanın hatalı olduğunu söylerseniz yanılmış olmazsınız, ancak terimleri "doğru" manalarıyla kullanmanız, işaret ettikleri toplum kesimlerini o tanımların içinde kalacağı mânâsına gelmez. muhafazakar kelimesini, conservative karşılığı olarak sabitlerseniz, söylemeniz gereken şudur: türkiye'de pek de muhafazakar bir kimse yoktur. karşılaştırma açısından laik-klerik ayrımı hatırlanabilir: laik, klerik olmayan demektir; şu halde klerik sınıfın olmadığı yerde laik diye bir şey de olamaz.
(sirkencubin 30/10/2011 02:24)

ülkücü / ekşi


kendilerinden farklı gördükleri her şeye saldırmayı ve hakaret etmeyi kendilerine vergi bir hak sanan bir takım küstah kişilerin tahammül edemedikleri bir insan tipi. bu tür kişilerin pisledikleri her yere kireç dökmeye kalksanız ömrünüz yetmez. ülkücü bunlara göre her şeyden önce acayip sevimsiz bir mahluktur. kafalarındaki ülkücü imajına uyan birini görürlerse "aa öö şuna bak böööğğ" derler, iyi halt ederler. özel bıyık şekli genellikle ayırt edicidir, ama bunun dışında fiziksel bir ortak nokta yoktur, bir insanın suratına bakıp ülkücü olduğunu anlayamazsınız. demek ki neymiş, karşıdan bakmakla olmazmış, tanımak için tanışmak lazımmış. hadi size bonus bir bilgi, bu insanları tanımanız için leman, limon, lömön gibi dergilerdeki karikatürleri takip etmek de yerinde olmaz, kaynağınız bunlarsa ayazdasınız, dikkat edin bir tarafınızı üşütmeyin. 

ülkücüler, dar anlamıyla ülkü ocakları-mhp camiası mensupları, geniş anlamıyla bu camianın kenarında veya dışında durmakla birlikte aynı ideali paylaşan insanlar topluluğu, güzel yurdumun diğer insanlarından, diğer topluluklarından aslında çok da farklı olmayan kişilerdir. okuyanı vardır, okumayanı vardır, bileni, bilmeyeni vardır, heyecanlısı, sakini vardır, kibarı, kaba sabası, edeplisi, edepsizi, bencili, fedakarı, sabırlısı, sabırsızı, kültürlüsü, kültürsüzü vardır. hepsini bir tornadan çıkma sanıp en olumsuz örneklerinin şahsında hepsine birden hakaret etmek eşşekliktir. 

genellikle kültürel açıdan benzeşmedikleri bi takım tiplerce hor görülürler, bıyıkları var, şöyle giyiniyorlar, böyle yürüyorlar vs diye. ülkücüler bunu hiç umursamaz, kendilerine tepeden bakanların genelde zibidi olduklarını bilirler. size benzeyen sizden beter olsun ulan i...ler diyecem, ama diyemiyorum, kendi dış görünüşümü hatırlayınca vaz geçiyorum. hadi yine yırttınız, acayip ballısınız. 

uzaktan bakmaktan, tanımamaktan, gaza gelmekten vesair sebeplerden kaynaklanan olumsuz tavırların haricinde kuyruk acısı da ülkücülere bok atma sebepleri arasında yer alır. vatanını rusya'ya satmaya azmetmiş köpek sürüsü kızıllar zamanında epey kötek yemişlerdir ne de olsa. kendi sicillerine bakmadan ülkücülere katil diye laf ederler. 

insafınız, vicdanınız varsa, konu ile ilgileniyorsanız, tanıyın, tanışın, okuyun öğrenin. ya da bildiğiniz gibi yapın, fark etmez, allah ıslah etsin cümlenizi. 
(sirkencubin, 27.12.2002 22:51) 


önce peşin peşin hakkı teslim etmek gerek, insanlar ara sıra ülkücüler hakkında doğru şeyler de, nasıl oluyorsa, söylüyorlar. pek çok insanın ülkücü sıfatını gururla taşıdıkları doğrudur. pekâlâ gururla taşınabilecek bir sıfattır ülkücü. 

aklıselim sahibi insanlar, kişileri sadece görünüşlerine göre yargılamamakla kalmaz, eleştirmeden önce tanımayı, anlamayı da düşünür. ülkücüler hakkında değerlendirme yapmak farklı bir şeydir, kendi zihninde mevcut ülkücü imajı hakkında konuşmak başka bir şeydir. aklıselim sahibi insan şartlandırılmışlığı aşarak konuştuğu konu üzerinde bilgi sahibi olma çabası içinde bulunmalıdır. 

hangi tip bıyığın iğrenç sayılacağı zevk meselesi, anlayış meselesi, kişiye göre değişmesi tabiîdir. şahsen ben de nietzsche'nin bıyıklarını iğrenç buluyorum. doğrudan doğruya bıyığı iğrenç bulanlar da olabilir. insanlar başka şeyleri de iğrenç bulabilir: piercing, favori, çene sakalı, toplum içinde sevgilisiyle fazlaca samimi hareketlere girişen insanlar... iğrenç bulunmak belirli bir gruba mahsus bir hal değil. 

acaba şimdi "solcu olmanın ilk şartı okuduğunu anlamamaktır" diye bir vecize icad etmeli mi? okuduğunu anlamayan şahsın nasıl bir dünya görüşü olduğunu bilmediğimize göre etmesek iyi olacak herhalde. cahil veya aptal ve şiddet yanlısı olmak bazıları tarafından ülkücü olmanın temel şartları kabul edildiğine göre, bu şartları sağlamayan bir tek ülkücü örneğinin bulunması halinde bile kaziyeleri çökecek demektir. ülkücüler ortalama türk insanından farklı olmayan bir guruptur: cahili de vardır, cahil olmayanı da vardır, aptalı da vardır, aptal olmayanı da vardır, şiddet yanlısı olanı da vardır, şiddet yanlısı olmayanı da vardır. önyargılarınızdan oluşan bir hayaletin karşısında boks yaptığınıza bakarak sizlerin de ülkücülerden nefret etmeye programlandığınızı söyleyebilir miyiz? acı ama gerçek, belirli bir dünya görüşüne mensup insanların bütün fertleri için geçerli olabilecek bir hüküm değil, ama türkiye'de bütün grupların birbiri aleyhinde programlanmışlıkları vardır. yoğurdum kara demenizi beklemiyorum tabiî ki, demeyin zaten. 

kimin neyi savunduğu, kimin kime uşaklık ettiği iki satırda çözülecek basit meseleler değildir. içi boş iddialar ortaya atıp kenara çekilmek kolay, ama biz yine de kısaca bir şeyler söylemeye çalışalım. güzel yurdumuzda ağırlığı olan bütün gruplar manipüle edilmektedir. belirli bir tarihten önceki dönemde a grubu x devleti tarafından, b grubu da y devleti tarafından desteklenmiş ve yönlendirilmiş olabilir, daha sonraki tarihlerde de uluslararası güç odakları bütün dünyada olduğu gibi yurdumuzda da toplumsal baskı gruplarını kullanarak bir takım amaçlara ulaşmaya çalışmış olabilir, planda yeriniz olmadığı zaman bir varlık gösterememiş olabilirsiniz, bütün bunlar nasıl seni uşak yapmıyorsa beni de yapmaz. (sen tabiri belirli bir kişiye yönelik değil, okuyan herkes istiyorsa üzerine alınabilir. ben tabiri ise ülkücü olduğunu savunan herhangi biri mânâsında kullanılmıştır, ülkücü olmadığımı söylesem inanan olur mu bilmiyorum, ama burada ülkücüler adına konuşur gibi bir duruma düştüğüm için bu kelimeyi kullanmakta mahzur görmüyorum. işin aslı sadece kendi adıma konuşuyor ve sadece kendi fikirlerimi dile getiriyor olduğum.) 

ülkücülerin içinde barbarlar da vardır elbette, sayıları az da değildir. ancak solcular barbardır sözü ne kadar doğruysa ülkücüler barbardır iddiası da o kadar doğrudur. türkiye'de insanların sorunu karşılarındaki grupların kusurlarına odaklanmaları ve kendi kusurlarını görmemeleri, karşısındakinin kusurlarını araştırırken, meziyetlerini görmezden gelmeleri, kusur ararken kaynak olarak incelediği "malzemenin" bizzat kendisini ele almak yerine, kendi tarafındaki kişilerin çizdiği şablonları esas almak ve bu şablonlara uygun birkaç örnek bulunca da kendini haklı zannetmektir. bu değerlendirmeyi, sağcı ya da solcu herkes üstüne alınabilir. 

köpek sürüsü kızılların ülkücülerden kötek yediği dönem, ne kızıllar için ne de ülkücüler için çok hasretle yad edilesi bir dönem değildir. inşallah türkiye böyle bir dönemi bir daha yaşamaz. işin doğrusu ülkücüler de kızıllardan epey bir kötek yemiş, sağdan ya da soldan, pek çok gencecik cana yazık olmuştur. ancak insanın tansiyonunu yükselten birilerinin bütün hesabı karşı tarafa ödetme çabalarıdır. katil faşistler günün birinde çıkıp geldiler ve huzur dolu ülkeyi kana buladılar öyle mi? sahi buna inanıyor musunuz? siz olun da burnunuza dayanmış bir namlu karşısında "bir dakika yahu bu sorunu daha uygarca çözemez miyiz?" deyin. 
(sirkencubin, 10.02.2003 23:26 ~ 11.02.2003 00:37) 


ülkücü, aslında yurdum insanının pek çok kesiminde rastlanılan kusurları, kendine mahsus bir kabahat gibi sırtında taşımak zorunda kalan insandır. "ülkücüler şöyle ülkücüler böyle" diyenler ne bahsettikleri vasıfların ülkücüler için tarif edici olmadığını, gerçekten öyle olanları kadar hiç de öyle olmayanları da bulunduğunu fark ederler, ne de aynı vasıfların aslında kendi düşüncelerinden olan insanlar arasında da yaygın olduğunu. 

bir örnek: "entel ülkücü" hakkında bir "iddianame"ye göre (bkz: entel ülkücü/#1161174) ülkücüler, kendilerinden olmayan insanlara saygı göstermezler, empati yetenekleri yoktur, hak onlar için vardır, kendi çıkarları sözkonusu olunca haksızlık yapmayı marifet görürler, bakış açılarını entellektüel bir noktadan başlatırlar, düşüncelerini her fırsatta başka maskeler altında ifade ederler, parasal konulardan da iyi anlarlar (ideoloji diye diye para pul, mal mülk edinirler, ceplerini doldururlar), belirli bir düşünceyi savunan düşünürlere her fırsatta çamur atarlar. insaf edin: siz kendinizden olmayan insanlara çok mu saygı gösteriyorsunuz? hadi ya? çok mu empati yeteneğiniz var? güldürmeyin beni. kendi çıkarlarınız sözkonusu olunca haksızlık yapmıyorsunuz değil mi? tabiî tabiî, bittabiî. düşüncenizi başka maskeler altında ifade etmiyor musunuz? yapmayın. parasal konulardan hiç anlamazsınız, ideoloji diye diye ceplerinizi doldurmadınız, ben de öyle düşünüyorum zaten. sizden farklı düşünen kişilere çamur atma alışkanlığınız zaten yok. bakış açısını entelektüel bir noktadan başlatmak ne demek, anlamak biraz zor, yani hem entel olacak ama meselelere "entel noktalardan" bakmayacak, nasıl bir şey bilemem, ama eminim siz öyle bir şey de yapmıyorsunuzdur zaten. 

boşverin efendiler. tanıdığım biri on yıldan fazla zamanını solcu bir militan olarak cezaevlerinde geçirdikten sonra, ve hâlâ solculuğuna toz kondurmadığı halde, hem de gerekirse mangalda kül bırakmadığı halde, başına geçtiği işletmeyi tam bir "pis burjuva" gibi yönetiyor, elinden gelse yanında çalıştırdığı "emekçilere" haftalık bile vermeyecek diye (haftalık vermeyince işe gelmiyor keratalar), üstelik çevresinde tek örnek de olmadığı halde, bütün eşi dostu çevresi pek sayın eski tüfekler, işleri güçleri birbirlerini kazıklamaya çalışmak diye, tutup da ben "solcular ibnedir" desem yakışır mı? yakışmaz. olmayan en az bir tanesini tanıyorum. eşine zor rastlanır insanlardan bir arkadaşımdı, tatlı tatlı tartışırdık, bağlantımız koptuğu için üzülürüm hep. 

sahi ya, ertan buralardaysan bi mesaj at be koç, belki "sizinkilerden" hâlâ bir ümit vardır, kim bilir? 

edit: kaybolan entrynin muhtevasını şuracığa ekleştiriyorum: "bütün renkler aynı hızla kirleniyordu, birinciliği beyaza verdiler". 
(sirkencubin, 10.02.2003 23:29 ~ 02.10.2003 12:31) 


bir sürü lafın üstüne, bir tanım yapmak gerekirse: ülkücü bir ülküye bağlanmış, idealist mânâsına gelen bir kelime iken zaman içinde belirli bir idealin takipçileri için kullanılır olmuştur. bu bakımdan geniş mânâda türk ülküsü adı verilen bir ideale gönül vermiş kişi demektir. dar mânâda ise mhp ve ülkü ocağı mensupları için kullanılır, bu kelime. 
(sirkencubin, 11.02.2003 00:49) 


mesela amerika'da wasp milliyetçisi tipler sadece lağım temizlikçisi olarak istihdam edilir, beyaz saraya on kilometreden fazla yaklaştırılmazlar. ingiltere'de bunlar seyislik yapar, ama daha ziyade at pisliği temizler. japonlar milliyetçilerini samuraylara talim malzemesi yapmak suretiyle değerlendirirken, almanya'da kendilerine biçilen misyon u-bahn raylarını yalayarak temizlemektir. ancak milliyetçilerin en çok horlandıkları ve ezildikleri ülke hiç tartışmasız israildir. burada 2. sınıf sayılmaları bile olağanüstü sayılır. şehirlerin 15 kilometre dışında yaşarlar, okuma-yazma öğrenmeleri yasaktır ve kırbaç marifetiyle, lokomotif yerine tren katarlarını çekmek gibi işlerde kullanılırlar. 

edit: (bkz: ayar alanın entrysini silmesi) 
(bkz: samatya) 
(sirkencubin, 02.09.2003 19:13 ~ 17.09.2003 09:02) 


eklembacaklı, zarkanatlı veya kemirgen değildir bunlar genelde, insandırlar. haliyle iyisi de olur, kötüsü de olur, hatta çoğu zaman insanların çoğu gibi hem iyi hem kötüsü olur. bu bir kısım sevgi böceklerinin gangliyonları için fazla karmaşık bir bilgi olabilir, ziyanı yok, sevimli maksatlarının peşinde koşmak üzere kendi algı evrenlerinde eşinmeye terk edilebilirler, mahzuru olmaz. 

bir de eksik iş yapıyorlar bazen, işin doğrusu... 
(sirkencubin, 29.12.2005 02:01) 


bıyıksız olanlarını ocağa almıyorduk biz bunların. 

yalan yalan, yarısı bıyıksız, hangi birini almıycan? 
(sirkencubin, 12.12.2007 15:14) 
(sirkencubin 29/10/2011 13:19)
madem gargara arasında ciddi kelam eden de çıkmış, iki kelime de ben yazayım. ülkücülüğün en temel esası hayatını türk milletine hizmete adamaktır. diğer esaslar bundan türetilebilir. teşkilat tali bir unsurdur mesela, millete hizmet teşkilata hizmetten önde gelir. teşkilatın varlık amacı millettir ve eğer millet menfaati ile teşkilat gereği çelişirse millet tercih edilir. lider de aynı şekilde tali bir unsurdur. önce millet düsturundan dolayı birçok ülkücü lideri (alparslan türkeş) ve teşkilat'ı (mhp, ülkü ocakları) terk etmiş bulunmaktadır. teşkilat'ın davaya hizmet etmediği endişesi, lidere duyulan güvenle dengelenmekteyken, liderin de davaya hizmet etmediği/ edemediği içtihadında bulunanlar, neticede hepsini birden bir yana bırakmıştır. teşkilatın tali bir unsur olduğu düsturu devlet teşkilatı için de geçerlidir. 

hareketin refleks seviyesinde kalması ve davaya yönelik aklı başında bir vizyonunun bulunmaması beyin sahibi insanların camiada tutunamaması ile ilgilidir. bu durum da kavga için kurgulanan teşkilat yapısının kavga bittikten sonra dönüştürülmemesi ve bu yapıda ancak belirli bir sosyolojik tabanın barınabilmesiyle ilgilidir. 

(bkz: türk ülküsü) 
(sirkencubin, 02.01.2008 13:38) 


kaba şiddet, kaba kuvvet, ince şiddet bu esaslara göre amaç değildir. lakin şöyle bir şey var belki alakalıdır: kuvvetsiz hak acz, haksız kuvvet zulümdür. 
(sirkencubin, 02.01.2008 13:54) 


bir de şu var: 
(bkz: türkçülüğün esasları) 

okuyan yok gerçi... 
(sirkencubin, 02.01.2008 14:11) 


ülkücülere göre milliyetçilik nefsi müdafaa ve enternasyonalizm kızıl sömürüye uşaklık etmek anlamına geldiği için enternasyonalizm yerine milliyetçilik esasını kabul etmişlerdir. millet içinde yaşadığınız gerçek ve bütün dünyaya yayılmış sınıfsal tabakalaşma koca bir yalandır, bu yalanla afyonlanan mankurtlar kendilerini savunmayı bırakıp düşmanlarına hizmet etmeye başlar ülkücülere göre. 
(sirkencubin, 02.01.2008 15:06) 


sorun esaslardan çok bu esasların izin verdiği yapı ve malzeme denirse, sorun esaslarda demektir. iyi bir malzeme ile iyi bir yapı kurulmasına engel olan esaslarsa, esaslarda bir hata olduğu anlaşılır. teori doğru, ama pratik yanlış deme şansımız olmaz, iyi bir pratiğe izin vermeyen bir teori seçmiş olduğumuz anlaşılır. yani muhtemelen ya teori kendi içinde aksıyordur veya kendi içinde tutarlı da olsa çok uçuk olduğu için pratiğe dökülemiyordur. acaba ülkücü teori ile pratik arasındaki ilişki böyle bir ilişki mi, yoksa teori doğru dürüst tatbik edilmediği için, teoriden bağımsız faktörlerden dolayı mı iş yürümüyor? 

bir kere ülkücülüğün teorisinden bahsetmek kolay değil, zira tastamam müdevven bir teori yok ortada. (allahım, işin yoksa şimdi müdevven kelimesini açıkla... müdevven, tedvin edilmiş demek. çok anladınız değil mi? hakkında kitap yazılmış, sistemleştirilmiş diye yarım yamalak bir tanım yapalım da havada kalmasın.) sosyalizm veya liberalizm gibi sistemlerle karşılaştırdığınızda, ülkücülüğün bir fikir olarak çok işlenmediğini görüyorsunuz. yapılan fikri çalışmalar parça parça, çoğu zaman pratiğe yönelik bir söylemle yetiniliyor. mesela nihal atsız'a bakarsanız, felsefeye burun kıvıran bir figür görürsünüz. temellendirme daha ziyade "falan şöyle yapıyor, biz niye yapmayalım" veya "şöyle yapmazsak böyle olur" tarzında gidiyor. dokuz ışık bir ideoloji olmaktan ziyade, atmışlı-yetmişli yılların havasında oluşturulmuş bir program, ülkücülük bunun maddelerinden biri, tamamı değil. kurt karaca'nın çalışmasında olduğu gibi milliyetçi-toplumcu türkiye temasını işleyen bazı eserler göze çarpıyorsa da 12 eylül sonrası dönemde bu tür çalışmaların da bir tarafa bırakıldığı görülüyor. diğer taraftan türk ülküsü denen hedefleri benimseyenlerin de aralarında ciddi fikir ayrılıkları olduğu görülüyor. özellikle din konusundaki tutum oldukça ayırıcı. atsız çizgisini sürdürenlerle, arvasi çizgisindekileri aynı potaya koymak mümkün değil. bunlar 1, 2 ve 3 numaralı hedeflerin varolduğu konusunda birleşseler de pratikte bu hedeflerin ne anlama geldiği konusunda ortak bir görüş yok. bir grubun 1. hedef anlayışı aşağı yukarı islamcılarınkiyle örtüşüyor, diğer grubun anlayışı ise ulusalcı-laik-kemalist çizgiye daha uygun. keza bir grup 3. hedeften bahsederken nizam-ı alem, ilay-ı kelimetullah gibi bir tabir kullanıyorlar, diğer grup için kızılelma kavramının islamla bir ilgisi yok. ortada net bir teori olmayınca, bunun pratiğe yansımasından söz etmek de zor. herkes kendi kafasına göre bir yol tutturmuş gidiyor. 

ortak nokta olarak kabul edilebilecek vatanını sevmek ve milletini yüceltmek anlayışı, uygulamada bir sorun çıkarır mı? bir sorun çıkıp çıkmayacağı, bu anlayışı benimseyip benimsememekten ziyade, bundan başka neleri benimsediğiniz, neleri benimsemediğinizle ilgili. ortak noktayı aşan alandaki fikirleriniz, vatanı sevmek, milleti yüceltmek istemek derken ne kastettiğinizi, ortak noktayı nasıl yorumladığınızı etkileyebiliyor. kimi milleti sevmek derken, kendi milletini başka insanlardan daha fazla veya daha farklı sebeplerle ayrıca sevmeyi anlıyor, kimi de kendi milletinden başkasını sevmemeyi anlıyor. milleti yüceltmek derken, kimi başka milletleri alçaltmayı anlıyor, kimi anlamıyor. ülkücülüğün esasları sorun çıkarır mı çıkarmaz mı sorusunun tek bir cevabı yok, hangi ülkücülüğün esasları? 

sorun konusundaki algıların temel kaynağı teoriyle değil pratikle ilgili. fikrin uygulayıcısı geçinen grup, fikrin uygulanmasının önündeki bir engel. temel fikrin hangi alanda nasıl bir açılımının olabileceği üzerinde kafa patlatmak yerine, jeopolitik alanla sınırlı hamasi bir söylemle yetiniyorlar. insan yetiştirmek gibi bir işle ilgilenmiyorlar. kadrosuz sistem olmaz sözü tamamen bağlam dışı kalıyor, çünki ne sistem konusunda ciddi bir çalışma var ortada, ne kadro konusunda. ortada bir malzeme kalitesizliği olduğu doğru, ama bu ülkücülüğün esaslarının sebep olduğu bir kalitesizleşme değil, insanımızdaki genel kalitesizliğin bu alandaki yansıması. iş yerine laf üretmeyi tercih eden türk insanı, ülkücü olduğu zaman da böyle oluyor. özetlersek sorun, ülkücülüğün kötü bir fikir olması değil, ülkücülerin ülkücü olmaması.
(sirkencubin, 05.01.2008 15:52) 


ülkücülüğü ülkücüler üzerinden değerlendirirken sık yapılan bir hata, göze batan örnekleri esas almak. bu kürtleri pkk'lılar üzerinden değerlendirmeye benziyor. kendi halinde efendi adamlar olan bir çok ülkücü gördüm ben, bazısının karıncayı inciteceğine dahi ihtimal vermem. ama siz bu adamları görmüyorsunuz, gördüğünüz zaman da ülkücü olduğunu fark etmiyorsunuz. bugün teşkilatlarda bu tür adamların sayısı azalmış olabilir, bilemiyorum, ama bahsettiğim adamlar buharlaşmadılar. cemaatlere kayacakların çoğu zaten gitmişti, teşkilata küsüp sağa sola dağılan adamlar da muhtemelen hayat gailesinin arasında kaybolmuşlardır. yarın biri yüreklerini titretecek bir bayrak açarsa, nereden toplanıp geldi bu kadar insan diye hayret edersiniz. diğer taraftan akıllı uslu efendi adamlar hâlâ ocaklara devam ediyor olabilir, ama kavga mantığına göre kurulmuş bir teşkilat hiçbir zaman bunları vitrine çıkarmayacaktır. teşkilat güçlüyse ülkücülüğün ü'sü ile ilgisi olmayan, menfaat peşindeki it kopuk psikopat ne varsa toplanıp geliyor. teşkilat zayıfsa, olduğu yerde tutunabilmek için zayıf noktasını gizlemek zorunda. yüz kişinin ortasında tek başına masanın üstüne çıkıp inandığını haykırabilmek için mangal yürekli veya deli olmak yetmez, hangi köşeden çıkacakları belli olmayan hayaletler hakkındaki korkuyu da kullanmak durumundasınız. kullanamadığınız zaman bile bile kafanızı kırdırmış oluyorsunuz. onu da yapan oldu gerçi ve hayaletler konusunda da çok emin olmayın, belki de gerçekten oradadırlar... 

ülkücülüğün ne olduğu hakkındaki büyük laflara gelince, bunların bir kısmı belki "hareket"in tarihçesini incelerken işinize yarayabilir, ama onların ötesinde başka ve daha büyük bir gerçek var, algınızdan kaçan. bu kaçış bir tesadüf değil, henüz bu duyuşu anlayacağınız dile tercüme eden olmadı zannederim ve bu göbeğini kaşıyan, bidon kafalı lümpenlerin, müslüman türklerin gözlerini ve gönüllerini diktikleri noktayı bir kısım çokbilmişlerin görmesi zor. anlamsızlık ve zevkler kaosunun ortasında dağılmış noktacıklar gibi bireyciklerin benlik algısından çok farklı bir benlik algısı var ortada. biri çıkıp da bunu sizin dilinize tercüme edinceye kadar vaktinizi değerlendirin, kafanızın sol tarafındaki at gözlüğünü çıkarın, kim kimin hangi emeline alet olmuş, bir daha düşünün, acaba neden antikomünizm bu kadar önemli? 

"bana, -sen yoksun, sen öldün- diyorlar. 
bu kör acuna inat yedi iklimdeyim, 
işte ellerini tutuyorum yaşanmamış bir çağın, 
ben güneşi kıskandıran gerçeğim 
... 
içim içime sığmıyor, maytaplardan deliyim; 
bir bayrak dalgalansa yüceden; 
"hadi" dese birisi 
peşindeyim, vallahi peşindeyim. " 
(dilaver cebeci) 
(sirkencubin, 06.01.2008 20:07) 
(sirkencubin 29/10/2011 21:29)