20 Kasım 2013 Çarşamba

devlet üniversiteleri de paralı olsun kampanyası / ekşi


taşlamak yerine yapıcı eleştirilerle değerlendirilse, geliştirilebilecek bir fikir gibi görünüyor. fikrin isabetli olduğu yönleri veya aksayan tarafları olabilir. bunlar üzerinde fikir jimnastiği yapmak yerinde olur. özel dersanelere aktarılan kaynakların üniversitelere yönlendirilmesi yabana atılacak bir fikir değildir. lise eğitimi, üniversite hazırlığı için yeterli olabilmelidir, özel dersanelerde verilen eğitimin, en azından mantıken sistemde yeri olmamalıdır. sistemin zaafları yüzünden bu sektör giderek şişmiştir. olmamalıdır. ancak olayı prensipte bu kadar kolay çözebilsek bile, pratikte ceffelkalem alınacak kararlarla ortadan kaldırılabilecek bir şey değildir özel dersaneler. en azından, devlet okullarının çoğundan daha rasyonel bir eğitim veriyorlar, bir hedef koyuyorlar ve sadece o hedefe ulaşmak için bir şeyler yapıyorlar. devlet okullarının bir çoğunda ise ne yapıldığı, ne yapılabildiği belli değil. diğer taraftan üniversite konusunun çözümünü sadece kaynak aktarımına bağlamak da doğru olmaz. üniversite problemi karmaşık bir yumak halini almıştır, çok yönlü geliştirme ve düzenlemelere muhtaçtır. en basiti, ideolojileri bilimin önünde tutan bilim (!) adamları ile dolu okullara, bütün bütçeyi de verseniz, hoşunuza gidecek bir yere varma ihtimaliniz düşüktür. bu arada (bkz: yeniversite) (bkz: türkiyedeki eğitim sistemi)(sirkencubin, 14.04.2004 12:06 ~12:10)

dersanelere para ödeyebilen ailelerin, aynı miktarı daha makul bir yere ödemeleri şeklinde bir fikir üzerinde zihin alıştırması yapmak yerine ortalığı slogana boğanların da at gözlüklerinden kurtulmaları lüzumunun farkına varmamıza vesile olmuş bir tartışma konusudur. amerikan eğitimini beyin hırsızlığı ve orangutanlara indirgemek, konu karşısında geviş getirmekten fazla bir şey yapamadığımız anlamına gelir. amerikalılar, az sayıda insanı çok iyi ve çok sayıda insanı çok kötü eğitmektedir. işleri çekip çevirecek miktarda "senyör"leri en iyi şekilde eğittikten sonra kalanı çayıra salıvermek, türkiye'nin tercih etmesi gereken bir strateji olmasa bile; bu, çaldığı beyinlerden daha fazlasını gayet de güzel bir şekilde eğitebilen bir sistemi inceleyip fikir edinmenin yanlış olduğu anlamına gelmez. aslolan bütün modelleri inceleyip, sonunda yine kendi modelimizi oluşturmaktır. ha, amerikan modelinin başarısı, paralı olmaktan kaynaklanmıyor derseniz, orası ayrı, iyi biliyorsanız analiz edin, okuyalım, öğrenelim, feyz alalım tatlı tatlı.(sirkencubin, 14.04.2004 13:21)


16 Kasım 2013 Cumartesi

koku alanlarin fark etmedikleri / ekşi

koku unsurunun başka unsurlarla birlikte bulunduğu bazı bütünlerde, diğer unsurları baskılaması sonucunda algılanamayan, dikkatten kaçabilen hususlar. mesela havasız bir mekan ile kötü kokan bir mekanın aynı şey olmadığı bunlardan biridir. havasız mekanda oksijen azalmış ve karbondioksit artmıştır. böyle bir yerde nefes almak zorlaşır, insan göğüs nahiyesinde bir sıkıntı, hatta ciğerlerinin baskılandığını hisseder. kötü kokan bir yer pekâlâ havasız olmayabilir, ama her iki durum da mekanın havalandırılması ile düzeltildiği için karıştırılabilirler. yine bir başka örnek de lezzetleri çok farklı bazı gıdaların, tatlarının o kadar da farklı olmayabileceği hususudur. lezzet algısı, tad, koku, görünüş ve iştah gibi unsurların bir araya gelmesiyle oluşmaktadır. zaman zaman koku kaynaklı lezzet farklılıkları tatla ilgili sanılabilir. mesela muhtelif tereyağı çeşitlerinin tatları birbirlerinden o kadar farklı değildir, hatta tereyağı ile margarinin tatları bile çok farklı değildir. aynı şekilde zeytinyağı ile ayçiçeği yağının tadları arasındaki fark da o kadar belirgin değildir, kokusunu almıyorsanız hangisinin zeytinyağı olduğunu anlamakta güçlük çekebilirsiniz. tabii rafine olmayan ve görüntüsü de farklı olan zeytinyağlarından bahsetmiyoruz burada. diğer taraftan böyle şeyleri fark edememek koku alanlara bir şey kaybettiriyor mu? zannetmiyorum.(sirkencubin, 28.04.2004 14:57)

zencefil şerbeti / ekşi

zencefilden yapılan, grip ve soğuk algınlığı şeklindeki şikayetlere karşı birebir olan, zaman zaman zencefil çayı diye de anılan bir ilaç. çay demenin mahzuru çay konseptinde, yapraklardan demleme yoluyla elde edilen içeceklerin söz konusu olmasıdır. bu ilaç zencefil köklerinin kaynatılması yolu ile elde edilir ve şerbet ismi daha bir yakışmaktadır. 

nasıl yapılır: bir kaç parça kök zencefil alınır. bu parçalar küçük parmağınızın bir boğumu kadar falan olur, ama boyunuz 1.80'den uzunsa hiç bakmayın parmaklarınıza. alınan bu parçalar bir demlik kadar suyun içinde kaynatılır. o da demliğine göre değişmekle birlikte bir litre desek çok ayıp olmaz her halde. esas madde zencefil olmakla birlikte başka nesneler de ilave edilebilir: ıhlamur, karanfil, kekik, nane, elma kabuğu, yasemin çiçeği vs. ama karanfil ve kekik gibi acı maddelerin abartılmaması yerinde olur, zencefil bizatihi acı bir varlık zaten. kafanıza göre bir süre kaynattığınız bu sıvıya yenilir yutulur bir tat vermek için bolca bal ekleyip içersiniz. balı şerbeti bardağa doldurduktan sonra ekliyorsunuz tabii. zencefil miktarı çok abartılmadıysa hoş bir içecek de olabilir, zevke göre keyif olsun diye de içilebilir. ama esas soğuk algınlığı tedavisinde eşsizdir. 

dikkat edilecek noktalar: çay gibi, zencefil şerbeti de durdukça vasıf değiştirir, bayatlar. fazla bekletilmeden tazeyken tüketilmesi yerinde olur. midesinden rahatsız olanların dikkatli kullanması gereken bir ilaçtır, mideyi ısırabilir. bayatlarsa hele, midenizi fena yapar, dikkat! bir de idrar söktürücü olduğu akla getirilmelidir. soğuk bir havada bir demlik zencefil şerbetini içip kendinizi sokağa atarsanız olabilecekleri tahayyül edin ve dikkatli olun. 
söylemeden geçemeyeceğim, biz evde bu sıvıya zapazap suyu diyoruz, asterix'in bir macerasında geçen sihirli şerbetlerden birinin ismi aslında. 
geçmişler ola.

(sirkencubin, 09.02.2003 12:59 ~ 13:09)

bu arada antikoagülan (pıhtılaşma önleyici, “kan sulandırıcı”) ilaç kullanan hastalarda kanama riskini arttırması, mide asit salgısını arttırarak ülser, gastrit gibi şikayetleri olanlarda şikayetlerin artmasına sebep olması, tansiyon ve kan şekerini düşürebilmesi gibi ihtimaller de sözkonusu olup, bu tarz hastalıkları olan, bu hastalıklar için ilaç kullanan hastalar tarafından kullanılması güvenli olmayabilir.

12 Kasım 2013 Salı

kasan ü kuseyn / ekşi

meşhur bir kıssadır. yeni yeni farsça öğrenmekte olan talebe, hocasının yanına gelir, "hocam bir cümle yazdım, yanlışı var mı, bir düzeltseniz..." der ve elindeki kağıdı uzatır. kağıtta "kasan ü kuseyn duhterân-ı mugâviye" yazmaktadır. hoca "yâ sabır" çekip açıklamaya başlar: "bir kere kasan ve kuseyn değil onlar, hasan ve hüseyn. duhterân kızlar demek, bunlar kız değil, erkek, püserân demen gerekirdi. mugâviye değil adamın adı, muâviye, ama hasan ve hüseyn muâviye'nin değil, ali'nin çocukları. doğru bir yeri yok ki, neresini düzelteyim?"

bir rivayete göre de talebe değil bir devedir, hikayenin kahramanı. kendisine boynunun neden eğri olduğunu soran birine söylemiştir bu sözü. söz konusu devenin aynı üslupla pek çok şey yazdığı söylenmektedir.

(sirkencubin, 04.03.2003 13:51)

11 Kasım 2013 Pazartesi

atatürkçülerin atatürk karşıtı projeleri / ekşi


aslında atatürkçüler tarafından yürütülen atatürk karşıtı projeler olacaktı, ama 50 karakter sınırına tosladı. fark etmez aynı kapıya çıkıyor. 

bu tür projelerde temel hedef insanları atatürk'ten soğutmaktır. yöntem olarak önce insanların değerleri ile atatürk arasında çelişki oluşturulur, sonra her fırsatta atatürk insanların gözüne sokulmaya çalışılır. yazacak çok şey var, ama bir yüzbaşı hepsini çok güzel özetlemişti: fazla traş cildi bozar.
(sirkencubin, 31.08.2003 14:01)

bu projelerin en büyüklerinden biri -görünüşe göre- türkiye cumhuriyeti'nin millî eğitim bakanlığı tarafından verilen ilk ve orta dereceli eğitimdir. gençler önce 0-1'den başka bir değerlendirme yapamayacak şekilde -kazkafalı demek istemiyorum, ama aklıma daha uygun bir sıfat gelmiyor şu an, siz lütfen daha uygun bir tanesiyle değiştirin zihninizde- yetiştiriliyorlar. sonra atatürkçü-atatürk karşıtı şeklinde iki set sunuluyor. gençler ya atatürkçü=1, atatürk karşıtı=0 değerlendirmesini yaparak sistemce olumlanan bireyler haline geliyorlar, yahut atatürkçü=0, atatürk karşıtı=1 değerlendirmesini yaparak milli eğitim sisteminin imalat hatası, sistemin ötekisi, "arıza" tipler olarak toplumda -muhtelif ortamlarda horlanmak üzere- yerlerini alıyorlar. 

mesela ilkokul birinci sınıfta öğretmen, öğrencilere atatürk'ün padişahları kovarak yurdu düşmandan kurtardığını söyleyerek ilk çatlağı açar. öğrencileri atatürk=1, padişah=0 veya atatürk=0, padişah=1 değerlendirmesi arasında çelişkide bırakır. evde aldığı değerlerden vazgeçemeyen çocuklar, kendilerini atatürk'ün karşısında bulurlar. böylece iki tip zihin arızası ortaya çıkar: bir kısmı "padişahlar züpperdir, her bi şeyi en iyi ve en güsel ve en doğru yamışlardır, hiç yanlış yapmamışlardır, vs vs" türü yanılsamalara kapılırken, diğer kısmı da "atatürk en büyük x" girdabına kapılırlar. x parametresinin doldurulmasında "yasak değilse mecburidir" kuralı uygulanır. yani x yerine yazabileceğiniz kelime atatürk'ü koruma kanununa göre suç teşkil etmiyorsa, mutlaka oraya yazılır. böylece padişahlar iyiyse atatürk'ün kötü olması gerektiğine şartlanmış bir zümre ile, atatürk iyiyse padişahların kötü olması gerektiğine şartlanmış bir diğer zümre birbirleriyle çekişir durur.
(sirkencubin, 31.08.2003 14:25 ~ 14:28)

27 Ağustos 2013 Salı

naaş ölü ceset cenaze / ekşi


aynı manaya geliyormuş gibi görünen kelimeler arasında aslında ince farklar olabilir ki bunları bilmek bir dili doğru şekilde tasarruf etmenin şartlarıdır. aynı zamanda aynı manaya geliyormuş gibi görünüp ince farklarla birbirinden ayrılan kelimeler bir dilin ifade zenginliğini meydana getiren unsurlardandır.

naaş, ölü, ceset ve cenaze kelimeleri arasında ne fark vardır?

ceset insan bedeni demektir. söz konusu insanın ölü veya canlı olması fark etmez, ancak ölüm hadisesi ile ruh ayrılıp ceset bir başına kaldığı için kelime bilhassa ölü kişinin cesedi kastedilerek kullanılır.

naaş ölü kişinin cesedi demektir, kibar ve saygılı bir ifade tarzı tercih edildiğinde kullanılır.

ölü ölmüş bulunan kişi demektir, daha ziyade şahsiyeti işaret eden bir ifadedir. ölü kişinin cesedi için kullanılırsa mecaz veya yan anlam sayılmalıdır. ölünün arkasından konuşmamak, cesedin arkasından konuşŸmamak değildir. "ölüyü gömelim" cümlesi, "ölü şahsın cesedini gömelim" demenin kısa şeklidir.

cenaze naaş demektir, ama bilhassa defin merasimine nisbetle kullanılır. "adamın cesedini bir ağaca astılar" demek yerine "adamın cenazesini bir ağaca astılar" demek doğru değildir.

bir dahaki sayıda:


(bkz: kayış ve kemer)

2 Haziran 2013 Pazar

taksime cami yapma projesi / ekşi


fena fikir değildir esasen, her ne kadar beynamaz taifesinin bol bulunduğu bir yer olsa da taksim civarından gelen geçen ahalinin de camiye ihtiyacı olabilir. ancak fikrin ortaya atılış şekli hiç olmamış, "halk" kendisinden ibarettir sananların yaygarasını mucib olmuştur. olursa iyi olur, olmazsa da ağa camii ile idare etmeye devam edilebilir, niza çıkarmanın hiç sırası değil iken fuzulen inatlaşma mevzuu olmuş bir projedir. "halk"ı sinir bozucu düşüncelere itmenin alemi yoktur, nostalji diyarı, istanbul'un özü, özeti, manası, ruhu şunca yılın pera'sına yapılacak şey midir bu? sırada ne var; çiçek pasajı mı kapanacak? boşversenize, insanları "imar" edin önce, onlar çevrelerini düzenler. taksim meraklılarına yakışır haldedir. onlar gelip fatih'te, üsküdar'da bar mar neyim açıyorlar mı? gaddar kendini magdur sanmaktadır, korkmaktadır, üzerine giderek çözemezsiniz. bırakın sakinleşsinler, deli etmeyin adamları ki belki bir gün sizi dinleme, anlama, tanımaya açık bir hale gelirler. zurna bu adamların ağzında, tokmak "haki giyen adamlar"ın elinde, davul milletin sırtında oldukça gönlünüzden geçenleri gerçekleştirmeyi bir tarafa bırakıp, hayatta kalmaya çalışmalısınız. "o adam"ın kafasında olanlar, böyle abes işlerle yeteri kadar gerdiniz zaten ortamı, olan millete oldu, artık başka proje yapmayın olur mu?
(sirkencubin, 22.01.2003 00:42)

25 Mayıs 2013 Cumartesi

ıslak betona basmak / ekşi


kedi köpek tayfası da bazen yapar bu işi. mahallenizdeki kaldırımları incelemeyi zevkli bir iş haline getirir: 1979, nazlı, bisiklet tekeri izi, aslam cimbom, kalp resmi, feridun, esem sipor izi derken kaldırımı çaprazlamasına kesen bir seri kedi patisi izi ve onları izleyen köpek izleri ile senfoni tamamlanır.


1 Mayıs 2013 Çarşamba

köyde uyanmak / ekşi


"mmmh, sabah olmuş... anee saat ne kadar erken, altı üstü altı saat uyumuşum, ama zımba gibiyim..." bunların yarısını yatakta, yarısını ayakta düşünürsünüz, zira kemiklerinizi hamur eden uyuşukluktan eser yoktur. "yine mi sabah oldu yaaaa, offff"lardan eser yoktur, çocuk gibi neş'e içinde uyanırsınız. ama hepsi bu değil, gözümü açıp da pencereden kulaklıtaş tepesinin çıplak kayalarını gördüğümde, kendi çocukluğumun masal gibi, rüya gibi tüller ardında kalmış günlerine, oradan daha uzak geçmiş zamanlara, bilmediğim, ama yakından tanıdığım çağlara uzanır içimde bir şeyler. rahmetli dedemi hatırlarım, onun babasının, dedesinin, cedlerinin o dağlarda dolaştığını düşünürken, topraktan fışkıran bir şey damarlarımda dolaşır. köyde evler, nasıl taşlar gibi, ağaçlar gibi toprağın ve dağların tabii uzantıları ise, ben de asırlar boyunca yaşamış cedlerimin bugünki devamı olduğumu hissederim. insanı çevreye, varlığa bağlayan güçlü bir his bu...

26 Nisan 2013 Cuma

ittihat ve terakki cemiyeti / mürteci

bedeni ölmüş, ruhu hayalet gibi yüz senedir yakamızdan düşmeyen cemiyet. ittihatçılık bir ruhtur her şeyden evvel, türk medeniyeti ile batı medeniyeti arasındaki kırılma noktasında türeyen jöntürk sınıfının, dünya görüşü, değer yargıları, hayat tarzı bütününün aktif ifade şekli ve merkezidir. her daim komitacıdır bu zihniyet, bu yüzden devleti sahiplenmek için kifayetli değildir, bu yüzden hatalı bir toplum ve devlet vizyonuyla, kendini yiyen bir kurgu oluşturmuştur. her şeye rağmen devlete sahip çıkma refleksi mevcuttur, bu bakımdan türkiye'nin devlet geleneğinden ve realiteden istediği kadar kopamamıştır.

21 Nisan 2013 Pazar

kapitalizm sosyalizm ilişkisi / ekşi


kapitalizm ile sosyalizm arasındaki benzerlikler, farklılıklar veya bu iki kavramı bir arada değerlendirmek yoluyla kurulabilecek herhangi bir ilişki.

ortaçağ düzeni 12-13. yüzyıllarda avrupa'da yaşanan gelişmeler sonucu burjuvazinin palazlanmaya başlaması ile çatırdama yoluna girmiştir. rönesans, reform, aydınlanma, akıl, bilim, demokrasi kavramları esasta modernite ve batı medeniyeti bağlamında mânâ taşır. burjuvalar/ üretim ve ticaret kuvvetleri/ sermaye önce krallarla birlik olup ruhbanları ve aristokrasiyi tepelemiş, sonra ayaktakımını ayaklandırıp kralları uçurmuş ve yerlerine daha kolay manipüle edilen politikacı ve bürokrat tiplerini ikame etmiştir. sınıflararası güç mücadelesine paralel olarak zihniyet ve kültür konusunda da gelişmeler yaşanmıştır. iki alan birbirinin doğrudan sebebi veya sonucu olmasa da sonuçta paralel bir gelişme göstermişlerdir. bütün bu gelişmelerle ortaya çıkan yapı sermaye gücünün baş aktör olduğu bir "oyun"dur. ancak "yükselme dönemi dinamikleri" oyundaki diğer karakterlerin varlığını tehdit etmeye başlayınca "tepki dinamikleri" güçlenmiş ve belli bir dengenin kurulmasına sebep olmuştur. sosyalizm modern sanayi medeniyetinin frenidir. fren arabanın selametine hizmet eden aksam arasındadır. gidip bir ağaca toslamanıza engel olur. motorla zıt etki gösterse de aslında aynı yapının varlığına hizmet eder. toynbee'nin tabirini kullanırsak, her ikisi de batı medeniyetinin karşılaştığı meydan okumaya verdiği cevaplardır, ortak bir sürecin ayrılmaz sonuçlarıdır.

(örnekte kapitalizme motor, sosyalizme fren dedik diye, lafı tersinden anlayıp sosyalizmin gelişmeyi engelleyen bir takoz olduğunu söylediğimizi zanneden olursa, o kendisi takozdur. örneği fazla ciddiye almayın, sadece zıt etkili yapıların, ortak bir üst yapının faydasına işleyebileceğini açıklamak için kurguladım bu örneği. diğer yandan motor, fren, o kadar da uyumsuz değil hani...)

(sirkencubin, 25.02.2003 20:34)

karagöz-hacivat ilişkisidir, al gülüm ver gülüm ilişkisidir, iyi polis-kötü polis oyunudur. dünyanın her yerinde "göstericiler" ve "polis" çatışır, savunanlar ve karşı çıkanlar vecd içinde birbirine girer, ama sonunda hep kırılan kol yen içinde, yarılan kafa börk içinde kalır. balta dalları budar, köke dokunmaz, çünki ortada tek bir kök vardır, ortak.

(sirkencubin, 29.06.2004 12:31)

kapitalizmi yaşatan şeyler arasında sosyalizmi unutmamak gerekir. meydan tamamen sermayedarların aç gözlülüğüne kalsaydı sistem çoktan duvara toslayacaktı. din ise bu şeyler arasında yer almamaktadır. aksine sermaye ve üretim gücü, avrupa'daki gelişme sürecinde din kurumlarını baskı altına alarak ve hristiyan şeriatını hadım ederek hakimiyet kurmuştur. protestan iş ahlakının gelişen kapitalist kültürle uyum göstermesinden söz edilebilir, ancak bunun kapitalizm için bir temel direk sayılıp sayılmayacağı da tartışılabilir.

(sirkencubin, 08.02.2004 00:48)
#422619 - sirkencubin  - 29.10.2011   13:02

22 Ocak 2013 Salı

bazı ve bir kısım delikanlı mevzuları / ekşi


delikanlı: kavramları anlamak için zıtlarına da müracaat etmek gerekir. bu kavramın zıddını yavşak, zibidi, yılışık gibi kelimelerde aramak gerekir. delikanlının külhanbeyi veya kabadayı ile karıştırılması hatalıdır.

ağlayan erkek: ağlayabilmek yürek ister ve lakin delikanlı şahıs imkanlar elverdiğince bu işi başkalarıyla paylaşmama gayreti içinde olmalıdır.

bıyık: olmaması delikanlıyı bozardı, eskiden, biz testiden su içerken...

aynanın karşısında yapılan karizmatik hareketler: aynanın karşısında yapılıyor olmakla karizmasını anında yitirir. delikanlı olun, karizma arkasından gelir. gelmezse de keyfi bilir...

etrafta kız varken ahlak zabitasi kesilmek: racon meselesidir, delikanlılığın icabıdır, biz lisedeyken standarttı, uymayana "laylon top" nazarıyla bakılırdı, bir de bir çocuk beden dersine şortla çıkıyordu, ona da aynı nazarla bakılırdı. her şeyin bir yeri var, zamanı var, babanın yanında cigara tüttürmek ya da kızların yanında kız muhabbeti yapmak gibi hususlar delikanlıyı bozar.

otobüste yer verilen insanın başkasına yer vermesi: sizin yer vermeyi tercih etmeyeceğiniz birine yer verilmesi halinde canınız sıkılsa bile, yapacak bir şey yoktur, derdinize yanıp pencereden dışarıyı seyredersiniz. siz "e amca, oldu mu ya şimdi? biz bilmiyor muyuz o zilliye yer vermeyi?" diye düşünürken, amca muhtemelen "yıkılmadım, ayaktayım, hemi de centilmenim bile" mesajını vermiştir. belki de "ağaçlar ayakta ölür" diye düşünüyordur. siz de kısık gözlerle dalgaları seyrederken, otobüsün sert hareketlerinde savrulmamak için sörfçü gibi şekilden şekle girerken, kimin oturmayı daha çok hak ettiği konusunda hesaplar yapar, algoritmalar çıkarırsınız. kim ayakta durmaya daha muktedir, kim oturmaya daha muhtaç, kim daha yorgun... en iyisi bizim t. gibi hiç oturmayıp, doğrudan otobüse biner binmez en arkaya yürüyüp dikilmek galiba. -otobüste oturacak yer konusunu mesele eden yurdumun `delikanlı`larına ithaf olunur.

öpüşme tokalaş: bunun bir de öpüşme kafa at versiyonu vardır. delikanlı ülkücü kardeşlerim light tipler gibi şap şup öpüşmeyi tercih etmediklerinden, tokalaşırken bir yandan da alın köşelerini birbirine tokandırmak yoluna gider. lakin olayı abartan bazı m. isimli şahıslar kafanızı bu yolla kırma teşebbüsünde de bulunabilir. dikkat etmek gerekir.

delikanlının entry'si üstüne entry girilmez: entryler eskiden yeniye sıralandığı için zaten delikanlıdan sonra girilen entryler delikanlının entrysinin altında kalacaktır, mevzu değildir. o zaman konuyu şöyle anlamak gerekir: delikanlı elalemin entrysinin altına entry girmez, kendi başlığını kendisi açar, cigarasını yakar, seyrine bakar. esası yoktur tabii, misal ben `circassian warrior`'un entrysinin altına entry girsem delikanlılığa halel mi gelecek? `: çizerim` kitapta`: delikanlılığın kitabı` konuyla ilgili madde yoktur, `bidat` çıkarmayın. (bıçkın smiley)

delikanlının seyir defteri: bidattir. delikanlı bakkal gibi defter tutmaz. icap ederse defter dürer. icat çıkarmayın.

gamsız celal abi: hem delikanlı geçiniyor, hem niyeti bozuk, hem çenesi düşük. olmadı, çizdik.

kütüphanede kopya hazırlamak: ayıptır. delikanlı öğrenci kopyasını kantinde hazırlar.

şahane entry'ler giriyorum ama mafya kötülüyor: delikanlıyı bozan replik. siz kötüleyin diye giriyoruz biz o antrileri, elinizi korkak alıştırmayın.

lightsaber: `miyamoto musashi` kılıç kullanma sanatını, strateji ilminin esası ile bir kabul etmiştir. nasıl `katana`, `samurai`nin ruhu sayılmışsa, ortaçağ şövalyeleri -bırak delikli demiri- ok kullanmayı bile yiğitliklerine yediremeyip (tabii bilançoda kimin neyi neye yedirdiğinin şerhi uzar, orası ayrı) kılıcı has silahları saymışlarsa, nasıl bizde "dal kılıç, yalın kılıç" diye sözler var iken, ok ile, gürz ile alakalı bu tarz sözler yoksa, ışın kılıcı da jedilığın forsundandır. kılıç düellosunda rakipler kendileri ve rakipleri ile yüzleşirler; yüzleri olmaksızın sütre gerisinden aşırtma atışlar yapmazlar. yiğit olan döne döne vuruşur. lukas dünyasının haso delikanlıları olan cedaylar da böyle bir silahı şey etmiştir. ondan kılıç diye söylemek istiyorum müsaadenizle.

kurtlar vadisi: dizinin en çok tepki çeken taraflarından birinin de "delikanlılık" meselesi olması ilginçtir. dizide özendirildiğini düşündüğünüz delikanlılık tarzını eleştirebilirsiniz, ama bunu doğrudan delikanlılık eleştirisi haline getirirseniz, beklediğinizin tam tersi etki meydana getirirsiniz. herkes "satanist" olmak zorunda değil, delikanlılık türklerin tarihten getirdiği ve benimsediği bir tavırdır. bunu ortadan kaldırmaya çalışmak yeldeğirmenleri ile savaşmaya benzemesi bir yana, bence gayet de hatalıdır. eşkıya kılıklı herifler görmekten ben de hoşnut değilim, ama ortalıkta dolanan çıtkırıldım, yılışık, klabır, ciks, tiki tipler kadar itici de değiller. her şeyi kendinizi merkez alarak çözemezsiniz. "delikanlı" bizden biridir, yapıcı olmak istiyorsanız, "delikanlı öyle olmaz, şöyle olur" gibi bir tarz deneyin bir kere de. diğer taraftan araya art niyetli veya samimiyetsiz olduğunu düşündüğüm tavırlar da sızıyor. bir kasım insanlar ısrarla esas kendilerini rahatsız eden hususu dile getirmek yerine, kenarından dolaşıp lafları başka yerlere çekiyorlar. bir kısım insanlar nezdinde "yanlış" yapmak pek iyi bir şey değildir, ama "birilerinin" yanlış yapması hiç iyi bir şey değildir, afettir, felakettir. çifte standart almış başını gitmiş. iki dizinin konseptleri farklı olduğu için örnek çok yerine oturmayabilir, ama mesela bir külhanbeyi mürkemin çıtır tiplemesine kimsenin itirazı yoktu. hani delikanlı mükremin silah falan kullanmaz, eyvallah da, biri çıkıp hırtlık yapınca, "e olur o kadar", başkası yapınca "hüop bilader"... olmuyor abiler. türk genci külhanbeyi olmasın diyorsanız, eyvallah. delikanlı olmasın diyorsanız, naş!

20 Ocak 2013 Pazar

thorgal / ekşi


kendisini daha bir bebekken denizde bir araç içinde bulan ve aralarına alan, büyüten vikingler, yıldızların çocuğuna bir de isim verdiler: `thorgal aegirsson`. onlarla yaşadı, ama onlardan farklıydı. güçlü, fakat duyarlı, usta bir savaşçı, ama huzuru arayan bir kişi olan thorgal, içlerinde yaşadığı insanların kralı olan gandalf ve oğlu bijörn ile hiç anlaşamasa da gandalf'ın kızı arisiya ile evlendi ve sonunda vikinglerden ayrılarak eşi ve kendisi için sakin bir hayat kurabilmek için mücadele verdi. kim olduğu ve nereden geldiği ile ilgili bilgiyi zaman içinde öğrendi thorgal: göklerde kendilerine başka bir hayat kuran, sonra bir gün yine dünyaya dönen insanların kayıp yavrusuydu. binbir türlü maceranın içinden geçen, pek çok ilginç karakterin semtine uğrayan yolu, zaman zaman kendi soyundan insanlarla da kesişecekti. her bölümü orijinaldi thorgal'ın: köleler edinen üç kartallı lord, ölümsüzlüğü arayan büyücüler, korkunç canavarlar, dünya semalarında savaş, iktidar delisi yaşlı bir imparator ve zalim, hantal, aptal, şımarık oğlu, iskandinav masallarından çıkıp gelmiş cüceler, devler, dünyada olmayan mücevher, güçlü ve gururlu vikingler, ustalık, hüner, sevgi, zeka, ihanet, mutluluk, ayrılık, zamanın ve kaderin sınırlarında yapılan yolculuklar... ve sonra en meraklı maceranın en heyecanlı yerinde film koptu. dergi`: tercüman çocuk` kapandı ve ben o maceranın sonunu hiç öğrenemedim. şimdi yeniden çıkıyor ve aradığımı bulursam almakta tereddüt etmeyeceğim. http://www.cizgiroman.gen.tr/thorgal/

`tercüman çocuk`'ta çıkarken yarım kalan macera nihayet tam olarak (üç sayı bir arada) ve de türkçe neşredilmiş. yayınlayan yanlış hatırlamıyorsam çizgi düşler diye bir yer...

tunga / ekşi


1970'lerin sonları-'80'lerin başlarında tercüman çocuk dergisinde yayımlanmış bir çizgi roman. orijinal fransızca ismi toungadır ve lombard yayınlarına ait bir seridir.
tunga'nın konusu taş devrinde geçer. baş karakter tunga gmor kabilesine mensup güçlü bir savaşçıdır. diğer önemli karakterler arasında esas kız ohoma ve zayıf, sakat, fakat bilge nun sayılabilir. bir volkanik patlama ve deprem sonucunda gmorların nesillerden beri yaşadıkları mağarayı ve bölgeyi terk etmeleri ile gelişen olaylar işlenir dizide. diyar diyar dolaşan tunga çeşitli kabileler ve farklı kültürlerle karşılaşır, tabiata ve insanlara karşı mücadele eder. taştan yontulmuş aletler kullanırlar ve ateşi sönmeden korumaya çalışırlar. dinozorlarla insanların aynı zaman diliminde yaşamadığı gerçeği ıskalanmakta ve kahramanlarımız sık sık bir takım yaratıklardan kaçmak zorunda kalmaktadırlar. iki uzun dişiyle fiyakalı bir mahluk olan kaplan aram, nun ile dosttur ve nun ne zaman düdüğünü üflese koşup gelir, yardım eder, o da bir çeşnidir kendi çapında.
(sirkencubin 21/10/2011 22:10)

tengiz han'ın maceraları / ekşi

"heeeeeeeeeeeeeyyyytttttttt! türk elinde kedi, yaban ellerde arslan; geliyor mete han oğlu tengiz han; savulun bre! urcan!"


tercüman çocuk klasiklerinden biri olan "tengiz han'ın maceraları" şahap ayhan tarafından çizilmekteydi. ismini oğuz kağan destanı'ndan alır: gün, ay, yıldız, gök, dağ, deniz kardeşlerin en küçüğünden. tengiz, eski türkçe'de deniz demeye gelir.

ülkücüler tarafından sahiplenilmesi yersiz değildi. "mete han oğlu tengiz han" konseptinin tam ülkücü tarzı bir şey olması bir yana, tengiz beyimizin söylemi de ülkücülerinki ile örtüşmekte idi. "fizik ve moral özellikleriyle mükemmel bir türk" tiplemesi olan tengiz'in tek falsosu sarı saçları idi. eski türk kıyafetleri giymesi beklenebilecek olan tengiz, ne hikmetse genellikle entari benzeri ilginç bir kılıkla arz-ı endam ederdi. ne yalan söyleyim yakışıyordu da, etek gibi durmuyordu (ya da biz öyle görmemeye şartlandırmıştık kendimizi).

tengiz han çeşitli ülkelerde gezer ve bilumum iyi insanlara yardım eder, cümle kötülerin ağzının payını verirdi. konuları çok çeşitli olan dizide zaman zaman sembolik anlamlar taşıyan maceralar yer alır (tengiz kızıl deve karşı: ay yıldızlı kılıcı ele geçiren tengiz, orak ve çekiç şeklinde silahları olan kızıl devi madara eder ve esir insanları kurtarır) bazen de oradan buradan aparma unsurlara rastlanabilirdi (kartal adamlar, aslan adamlar vs vs flash gordon'dan ödünç alınma bir sürü tiple dolu bir dizi macera, bir ara tengiz'in giydiği kıyafet bile -entari farkıyla- flash gordon'unkinin aynıydı).

kuvvetli olduğu kadar da zeki bir insandı tengiz, gittiği ülkelerin dillerini öğrenirdi. çin'den roma'ya, firavunlar mısır'ından bilinmedik diyarlara gezdiği düşünülürse dil öğrenme rekoru kırdığı düşünülebilir. söz gelişi, çalınan kutsal kılıcı geri almak üzere roma'ya giderken yolda latince öğrenmişti, sevgili atı boz aygır'ın sırtında. eh, ötüken nire, roma nire, hem tengiz bu, öğrenir öğrenir.

maceralar genellikle zincirleme olarak birbirine bağlanırdı. her telden çalan, her yere giden tengiz sonunda kendi çağındaki konuları tükettiği için olacak (drakula'yı bile toz etmişti bir ara) şahap ayhan amcam tarafından ilginç bir zaman yolculuğu ile günümüze ışınlandı.

ilk sayılarda iri kıyım bir çocuk olarak çizerdi, şahap ayhan, tengizi. kedilerin kuyruğuna ıvır zıvır nesneler bağlar, nenesinden dayak yer tengiz, kötü adamları pataklamaktan fırsat kaldıkça. babası mete han en zor görevleri tengize verir tengiz diyar diyar dolaşır. kız kardeşi ipek, ablası yıldız başlarına iş açar, peşlerinde gezer dolanır, kurtaracam diye helak olur tengiz. böyle böyle gelişti, serpildi, levent bir delikanlı oldu çıktı. günümüze ışınlandığında bir genç erişkin olmuştu artık. biz de tengizle birlikte büyüdük. devam edecek bir tarafı kalmamıştı. hasret bir yaradır içimde, tatlı tatlı kanar...
*
tengiz'in zamanda seyahat edip günümüze geldiği sırada, önce tengiz zamanımıza yeni gelmiş bir şaşkın balık halinde iken türkçe'den başka dil anlamayan iki keltoş tip bir "uçan daire"den çıkıyorlardı. tengiz bahsettiğimiz gibi, bilumum dünya dillerini bildiğinden, arkadaşlara çince, latince vb hitap ediyor, fakat ancak neden sonra aklına gelen türkçe ile söylediğinde cevap alabiliyordu.

uçan daire, klasik uçan daire çizimlerinin benzerlerinden idi, bir disk, üstünde bir cam kubbe, altında ikizkenar yamuk kesitli, tepesi kesilmiş koni şeklinde bir bölüm. ufo'nun mürettebatının hikayesi esrarlı bırakılıyor, ancak türklerle bir ilgilerinin olduğu ima sureti ile geçiliyordu. bu elemanlar tengiz'in modern zamana adapte olmasına yardım ediyorlar, zihnine her nevi lüzumlu bilgiyi yüklüyorlardı.

tengiz daha sonra hafızasını kaybetmiş biri ayaklarına yatarak, kimliğini gizlemek sureti ile muhtelif maceralara karışıyordu. bir türk bilim adamının yerçekimini kaldıran bir motor yapmasına yardımcı oluyordu. (motora balem motoru ismini veriyorlardı, yanlış hatırlamıyorsam.) sonra türk silahlı kuvvetleri'nin desteği ile aracın inşasına geçiliyordu. ruslar, amerikalılar planları çalmak için çok uğraşıyorlardı, ama tengiz her birine haddini bildiriyordu. sonra uzay aracının inşa edildiği hangarın patladığı bir mizansenle gavurları kandırıp, ellerinde bir uzay aracının bulunmadığı havasını yayıyorlardı. danser adı verilen uçan dairelerin ve bunlardan çok sayıda taşıyabilecek midan hava gemilerinin gizlice inşa edilmesi ve gizlenerek çok gerekli olmadıkça kullanılmaması kararı alınıyordu.

danser çok yetenekli bir araçtı. yerçekimi olan irtifada bile, yerçekimi yokmuş gibi uçabiliyor, dostlarımızın canı çekerse yerçekimi olmayan irtifalara çıkabiliyor, son hızla uçarken doksan derecelik açıyla dönüşler yapabiliyor, lazer silahı ile her bir şeyi mahvedebiliyor, icap ederse görünmez oluyor, bütün amerikan, sovyet, çin uydularını maymun ediyordu. danser'in inşasında anahtar rol tengiz'indir, zira türk bilim adamı (ismini hatırlayamıyorum) problemi çözmek üzere olsa da, tengiz takıldığı bir noktayı aşmasına bizim ufocu dazlaklardan aldığı bilgi ile yardım ediyordu. zaten danser de o ufo'nun bir benzeri idi.

bu arada yerçekimini kaldıran harika motorun teknolojisindeki büyük sırrın, bir bobinin nasıl sarılması gerektiği ile ilgili olması da çok hoş. kimin umrunda...

(bkz: feydamid)
(sirkencubin 20/10/2011 22:53)

bunu çizerken flash gordon'dan epey bir "faydalanmış", şahap ayhan.
(sirkencubin 29/10/2011 02:44)

feydamid:
`tengiz`'de de ismi geçiyordu bu projenin. mete han oğlu tengiz han, bir gün macera dönüşü marmara denizi civarında bir yerlerden geçen küre şeklinde bir yıldırımla çarpılıp 20. yüzyıla ışınlanıyordu. uzaydan gelen iki adet kabak kafalı uzay türkü, tengiz'i bulup uçan dairelerine alıyorlar, sonra kafasına bir sürü bilgi yüklüyorlardı. gel zaman git zaman feydamid projesi üzerinde çalışan bir türk aliminin yanına kapılanan tengiz, ismini unuttuğum bu alimin balem motorunun sırrını çözmesine ramak kaldığını fark ediyor ve çözemediği noktayı tesadüfen bulmuş gibi ona gösteriyordu. hâlâ bu proje üzerinde çalışan ve tengiz okumamış olan varsa vatan millet hayrına şuracığa eklemeyi vazife bilirim ki kilit nokta bir bobinin nasıl sarıldığıyla ilgiliydi. sonra bu alim ve tengiz, türk deniz kuvvetlerine bağlı gizli bir merkezde danser adı verilen ilk uçan daireyi inşa ediyorlardı. midan kelimesi ise, birden fazla sayıda danser taşıyabilecek özel hava gemileri için kullanılıyordu. uçan daire taşımak için hava gemisi yapmaya neden lüzum görüyorlardı, onu bilemiyorum.

uzay ajanı luk (luc orient) / ekşi


bu da `le lombard` mevzularından. michel régnier greg tarafından yazılmış ve de eddy paape tarafından çizilmiş. serinin orijinal adı `luc orient`, kahramanın adı da bu. diğer karakterlerin isimlerini hatırlamakta zorlandığım için bunamaya başladığımı düşünüyorum. muhtemelen kahramanımız hugo kala ismini taşıyan bir bilim adamının asistanı gibi bir şeydir. bu ikisi ve diğer bir hatun örokristal diye bir bilim kuruluşunda çalışırlar (evropalı bunlar, fransız hatta). luk efendi bilim adamından ziyade macera adamına benzemektedir. ekibin ilginç maceraları vardır. uzaya giderler, terango gezegeninde işleri düzeltirler. yer altına inerler, kayıp bir medeniyetin kalıntıları ile muhatap olurlar. ışınlarla oynarken garip değişimlere maruz kalırlar. mafyayla dalaşırlar. dünyayı istila etmeye çalışan adi uzaylı robotları benzetirler. vakit geçer gider, hoştur. bölüm başlıklarına bakınca şunları görüyoruz: -les dragons de feu -les soleils de glace -le maître de terango -la planète de l'angoisse -la forêt d'acier -le secret des 7 lumières -le cratère aux sortilèges -la légion des anges maudits -24 heures pour la planète terre -le 6ème continent -la vallée des eaux troubles -la porte de cristal -l'enclume de la foudre -le rivage de la fureur -caragal türkçe karşılıkları da şu şekilde: - ateş ejderhaları - buz güneşleri - terangonun patronları - öfke gezegeni - çelik ormanı - 7 ışığın sırrı - cadı krateri - lanetli melekler lejyonu - dünya için 24 saat - 6. kıta - tehlikeli sular vadisi - kristal kapısı - şimşek örsü bişeyi ne demekse eheh * - öfke sahili - caragal (teşekkürler `bleufonce`) * bleufonce aynen böyle yazmış mesajında...`: tebessüm` 

korkusuz badi (buddy longway) / ekşi


korkusuz badi (buddy longway) şinuk ismide bir kızılderili kadını ile evli bir beyazı konu alır. ikisi iki toplum arasındaki çelişkilerden uzakta, dağların başındaki kulübelerinde yaşamaya çalışırlar, badi kürk satarak hayatını sürdüren bir avcıdır, ama ufak tefek çiftçilik denemeleri de vardır. bir türlü beladan uzak kalamazlar. badi ve şinuk'un oğulları jeremi sarışın bir kızılderiliye benzer, sonradan katlin diye bir de kızları olmuştu. çizimlerinin haricinde hikayeleri de güzeldi. bölüm başlıkları: 1. chinook 2. l' ennemi 3. trois hommes sont passés 4. seul 5. le secret 6. l' orignal 7. l' hiver des chevaux 8. l' eau de feu 9. premières chasses 10. le démon blanc 11. la vengeance 12. capitaine ryan 13. le vent sauvage 14. la robe noire 15. hooka-hey 16. le dernier rendez-vous 17. regarde au-dessus des nuages 18. la balle perdue 19. révolte (bkz: lelombard)

ugaki / ekşi


ugaki vakti zamanında `tercüman çocuk`'ta maceraları neşrolunan bir samuray idi. `daimyo`su öldürüldükten sonra `seppuku` yapmayıp, efendisinin intikamını almak üzere ortalıkta gezinmeye başlamış bir garibandı bu ugaki. gariban olduğunu kılığından da anlayabilirdiniz, zırhından başka giyecek bir şeyi yoktu. ara ara maceraya ara verilmesi ve samuray avadanlıklarının yahut ninja techizatının tanıtılması da keyifli taraflarındandı. katananın kısımlarına ne deniyormuş, kısa kılıcın adı neymiş diye okuyup öğrenmeye çalışırdık.

dani futuro / ekşi


1970'lerin sonu ve '80'lerin başlarında tercüman çocuk'ta yayınlanmış bir çizgi roman. aslı lombard yayınları tarafından aynı isimle ve fransızca olarak yayınlanmıştır. victor mora tarafından yazılmış ve de carlos gimenez tarafından çizilmiştir.

fantastik macera türündeki dizinin baş kahramanı, asıl adı daniel blancor olan dani futuro, 20. yüzyıl sonlarında bir kaza geçirir ve buzlar arasında yüz yıldan fazla sürecek olan bir uykuya dalar. kendisini bulup hayata döndürdüklerinde dünya tamamen değmiştir. dani'yi hayata döndüren doktor stentor, güzel yeğeni iris ve dani, galaktos isimli uzay gemisiyle gezegen gezegen dolaşarak işleri yoluna koymaya çalışırlar.

dizide genellikle çevre problemleri ile kuvvetli-zayıf arası ilişkiler, zihin kontrolü, tüketim kültürü ve silah ticareti gibi sosyal yönü olan konular işlenmektedir. uzay çöplüğü, uzay balinaları, uzay sihirbazı gibi macera isimlerine sık rastlanmaktadır. *

dani futuro'nun maceraları olayların akışı ve konuların ilginç olmasının yanısıra tasarım konusunda da başarılı bir dizidir. özellikle dani ve iris'in kıyafetleri modacı titizliği ile çizilmektedir. dani ve iris'in genellikle birörnek/ benzer giyinmeleri, zaman zaman dani'nin kıyafetlerinin az buçuk feminen bir hava taşıması ile sonuçlanmaktadır. yine de bir fransız için fazla sayılmaz... muhtelif maceralarda kahramanlarımızla birlikte olan robotlar sevimli jül ve aksi paru, uzay araçları, muhtelif alet edevat, mekanlar gibi pek çok ayrıntı da itina ile çizilmiştir ve dizi her karesi ile kendine has bir hava taşımaktadır.

şiddet unsurunun ılımlı tutulduğu dizide kahramanlarımız öldürücü silahlar yerine yerçekimini kaldıran anti-g (g: gravite) tabancaları taşırlar. ayrıca kendi üzerlerinde de gerektiğinde yerçekimini ayarlayarak uçmalarını sağlayan anti-g cihazları bulunmaktadır.

tercüman çocuk thorgal'a yaptığı gibi, dani futuro'nun maceralarını da bölümlerin sırasını karıştırarak yayınlamış ve "parçaları bir araya getirme, bütüne ulaşma, 'haa, demek öylee...' deme" egzersizi yaptırarak türk çocuklarının zihni gelişimine katkıda bulunmuştur. bölümler esas itibariyle bağımsız olduğu için çok da problem olmamıştır.

---

* bulabildiğim bölüm başlıkları şunlar:

-la planète nevermor
-le cimetière de l'espace
-la planète des malédictions
-les maîtres de psychédélia
-une planète en héritage
-la fin d'un monde
-le magicien de l'espace

türkçe karşılıkları da şu şekilde:

- nevermore gezegeni
- uzay mezarlığı
- lanet gezegeni
- psychedelia ustaları (patronları) ?
- dünyanın sonu
- uzay sihirbazı

(teşekkürlerin istikameti `bleufonce`'ye doğru...)


fiil cümlesini isim gibi kullanmak / ekşi


daha ziyade entel/ akademik çevrelerde gözlenmeye başlayan bir hatadır. insanlar artistik konuşmaya çalışırken komik olduklarını fark edemezler ve bu tür hatalar yaparlar. lafı toplayamamak, anadiline hakim olamamak gibi sebepleri vardır. hata yaptıklarını fark etmedikleri gibi bir de güzel konuştuklarını veya yazdıklarını zannederler. karalama kampanyasının akabinde sözkonusu hatayı tanımlamak gerekirse, sonunda çekimli fiil bulunan tam bir cümleyi, cümle içinde sanki bir isimmiş gibi kullanmak şeklinde formüle edilebilir. çekimli fiiller türkçe'de tek başlarına bir cümle sayıldıkları için, tek kelime ile de bu hata yapılabilir. daha ziyade "neyi" sorusunun cevabı mevkiinde kullanılır, fiil cümlesi. misal verecek olursak, "insanlar, 'türkiye neyi yanlış yapıyor'u anlamıyorlar" cümlesi böyle bir hata ile maluldür. "türkiye neyi yanlış yapıyor" bir fiil cümlesidir. cümle "insanlar, 'türkiye'nin neyi yanlış yaptığını' anlamıyorlar" şeklinde kurulmalıdır.

efendim, aydınlarımız "türkçe'yi doğru konuşmalıyız"ı göremiyorlar. "bu meseleyi nasıl çözeriz"i bilemiyorlar. kimseye "cümle böyle kurulmaz"ı anlatamıyoruz. ah "olmuyor"u bir anlasalar...

özet: çekimli fiile isim hal eki eklenmez. “geliyoru biliyoruz” denmez, “geldiğini biliyoruz” veya “geliyor diye biliyoruz” denir. (28.04.2003) 

thomas e. mix / ekşi


"tom mix isminde bir şerif vardır, vahşi batı'nın vahşi batı olduğu zamanlara ucundan kıyısından yetişmiş, nam salmış. sonradan sessiz sinema sektörüne bulaşmıştır" diye hatırlıyorum. bir araştırmak lazım.

google'da tom mix yazıp enter'a basınca bir milyon kadar sayfa buluyor. bir tanesine bakınca kendisinin 6 ocak 1880'de (january ocaktı de mi?) mix run, pensilvanya'da doğduğunu öğreniyoruz. thomas e. mix ispanyol-amerikan savaşında çarpışmış. evlilik hayatı ordu mensubu olmakla uyuşmayınca allahaısmarladık demeden ** çekip gitmiş. muhtelif işlere girip çıktıktan sonra sinema endüstrisine bulaşmış. beş kere evlenmiş. 11 ekim 1940'ta (october ekim diye hatırlıyorum, emin olamıyorum, lugate bakıyorum, ekimmiş, eh kpdsden aldığım puanı haketmişim) arizona'da tuscon ile florence arasında bir trafik kazasında ölmüş. hayatı boyunca altı milyon dolar kazanmış*, ama öldüğünda ardında mütevazı bir miras bırakmış. toplam 336 film yapmış, 88 filmin prodüktörlüğünü gerçekleştirmiş, 71 tane yazmış, 117 tane yönetmiş. (yememiş içmemiş diyemiyorum, kazancı ve mirasına bakınca hem yediği hem de içtiği anlaşılıyor.) hakkında mebzul miktarda efsane uydurulduğu yazıyor. bazılarını stüdyolar bazılarını da tom'un kendisi uydurmuş. şerifliği de bunlardan biri herhalde, sayfanın hiç bir yerinde şerif yazmıyor.

başka bir sayfaya bakıyorum, tom efendinin kimse zarar görmüyorsa palavra sıkmakta bir mahzur bulmadığı yazıyor. bir "gunfighting sheriff" olduğu da bunlardan biriymiş. diğer bir sayfacık da atları zaptedebildiği için kovboy filmlerinde rol aldığını yazıyor. gördüğüm kadarıyla isminin geçtiği sayfaların haylicesi "tom mix şapkası", "tom mix eğeri", "tom mix otu kökü" pazarlamak üzere hazırlanmış. mevzu tam bir tüketim kültürü (!) meselesi. en çok hoşuma gideni de "tom mix cowboy beans", bir sayfada tarifi bile veriliyor.

"tom mix kim?" derseniz, işte size tom mix, ama bizim tommiks daha iyi. sahi bizim mi? bizim bizim.

(sirkencubin, 07.02.2003 10:28 ~ 30.09.2003 09:41)

"halk her zaman basit tanrıları yeğlemiştir. basit güdülenmelerine basit yanıtlar ister. bu açıdan bakınca sinemanın en büyük kovboyu ne john wayne, ne gregory peck ne de henry fonda'dır. tom mix'tir. tom mix, tom edison'un* telefonu icat etmesi gibi, kesin biçimde, westerni icat etmiştir. hollywood ona ne kadar teşekkür etse azdır. bu acemi ve kaba sığır çobanını, arizona'nın bu ayyaşını, okuma yazma bilmeyen sevimsiz adamını, o zamandan beri batıda ve sinemada bir yıldız gibi parlayan yarı-zorro yarı gandhi, yalnız ve yabani bir kahraman yapan odur. bu mucizeler yaratıcısının gizi neydi? kahramanına sadık kalmasıydı. neye mal olursa olsun hiçbir filminde -yılda yaklaşık on film- hiçbir zaman hataya düşmedi. ölüm bile kıçının üstüne oturmak zorunda kaldı onun karşısında. tom mix oynadığı gibi doludizgin kayboldu. kovboy aktörler hanedanının kurucusu spor arabasının direksiyonunda saatte 100 km hızla giderken, dikkatsiz, dalgın bir işçiyi ezme tehlikesini göze alamayarak yoldan çıktı.

kemerini, santiag çizmelerini ve stetson şapkasını elmas taşlarla süslerdi. 1939 yılıydı. şaha kalkan ford'u, atının yapabileceği gibi boynunu kırmıştı. motorun beygir gücü vahşi beygir terbiyecisini yere sermişti.

john ford ve karısı haberi alır almaz phoenix'e uçtular. tom mix bir capellada son uykusundaydı. smokinliydi. john ford çok sinirlendi. arkadaşını soydu ve sinema kıyafetini giydirdi. yirmi dakika sonra geri gelerek tüm bedenini amerikan bayrağıyla örttü. böylelikle tom mix yıldızlı bayrağa sarılmış kovboy elbisesiyle toprağa verildi. bir sinemacının aktörüne ve bir aktörün rolüne çifte sadakat dersi. bir karaktere ölümde bile gösterilen şaşırtıcı saygı örneği..." jacques séguéla, hollywood daha beyaz yıkar, afa y., istanbul 1991, s. 102.

(sirkencubin, 11.09.2003 10:07 ~ 10:11)

01.11.2011 20:30

sezer'in bazı milletvekili eşlerini davet etmemesi / ekşi


sezer'in bugüne kadarki performansı göz önüne alındığında yadırganmayacak bir husustur. esasen bir tartışma konusu olarak da abes bir konudur. cumhurbaşkanının başörtülü insanlardan rahatsızlığının sebepleri, başörtülü insanların ve benzeri düşünce yapısında olanların bu rahatsızlıktan duydukları rahatsızlığın sebepleri, ülkede bu tür zıtlaşmaları sürekli üreten zemin, hal, vaziyetler, batılılaşma süreci, rejim, ideolojiler, dünya görüşleri gibi bir sürü başlıkla ilgili karmaşık bir meseleler yumağında, söylediklerinizin bir mânâsı olabilmesi için mümkün olduğu kadar meselelerin köklerine inmek gerekmektedir. her resepsiyonda aynı şeyleri bir daha tekrarlamak kadar saçma bir enerji sarfiyatı şekli olmasa gerek. a takımından biri bir çalım yapar, şakşakçıları tezahürata başlar. sonra b takımından biri bir hareket yapar, "ortamı gerer", şakşakçılar yuhalamaya başlar. aynı esnada karşı tribün de bunlar ne yaparsa tersini yapmaktadır. bu maç ne ayaktır, bunu bir karara bağlamadıysanız, karşı takım kaptanını "aha da topu tepti şerrrrefsiz!" diye suçlamanın ne anlamı var? ha, sayın sezer ayıp etmemiş midir? birinin herhangi bir ortamda başörtüsü ile bulunabilmesini mesele eden, üstüne üstlük bir de utanmadan bunu terbiyesizlik diye vasıflandıranlar bir güzel kalaya sıvanmayı hak etmemekte midir? bu soruların cevabı var, ama boşverin, tartıştığınıza değmez.

"dini yönden gereklilik gördüğü için özel bir kıyafet kullanan bir birey, nasıl normal hayatlarında buna gereksinim duymayan insanlar kendi dini mabedlerini ziyaret ettiklerinde o mabedin kurallarına uyuyorlarsa, bir devlet protokolüne davet edildiğinde o protokolün kurallarına uymalıdır" deniyor, mesele de bu ya, niye bu protokolün böyle abuk sabuk kuralları var, a benim canım, patagonya mı burası, meseçuset mi, indianapolis mi, petersburg mu, hono lulu mu, neresi? protokol kurallarını dedem mi hazırlıyor? türkiye'de türkiye'ye uygun kurallar olmazsa, olacağı budur elbette. mesele şudur efendim, batı'nın fizikî üstünlüğü karşısında küçüklük kompleksine kapılan türk aydınımsıları, asırlardır olageldikleri şeyi olmaktan utanır hale gelmişler, `bu ülke`nin değerlerine sırt çevirerek başka bir şey olmaya kalkmışlardır. esasta iyi niyetli olduklarını farz ediyorum. güllük gülistanlık olacak, yükseleceğiz, hayat bayram olacak ümitleriyle ve gülücüklerle başlamış olabilirler bu işe ve lakin hareketleri toplumun kendileri gibi düşünüp hissetmeyen kesimlerinde hazımsızlık ve şiddetli bir `aksülamel` sebebi olmuş, neticede iş inatlaşmaya binmiştir. bu hikaye uzar gider, ama kıyafet alanındaki yansımaları bilindiği şekilde olmuş ve geleneksel, millî, dinî kisve öcü ve tukaka olurken, avrupaî kıyafet aydınlığın sembolü olarak tabulaştırılmıştır. "ahali"nin iktidarı uzaktan seyrettiği yıllarda protokol ve balolar problemsiz sürdürülebilirken, dayatılan ideolojiyi yutmayanların ortalarda görünmeye başlamaları ve türkiye'nin bir `müstemleke` olmadığı fikrine dayalı hareketleri "fena halde aydın fikirli" zümrede gaz yapmıştır. kurallar böyle deyip kenara çekilmekle iş bitmiyor efendiler, kurallar niye böyle? gidilen yer özel bir klüp olsa istediğiniz kuralı koyarsınız: faraza ksk toplantısı yapıyorsanız, bütün katılımcıların bir çorabının kırmızı, diğerinin yeşil olmasını şart koşabilirsiniz. yahut kelaynakları koruma derneği balosuna herkesin tek ayak üzerine sekerek gelmesi kuralını koyabilirsiniz. bütün millete ait olması gereken yerleri belirli bir ideolojinin kalıplarına göre dondurursanız daha çok kriz yaşanır bu memlekette.

adam gibi kurallara uymak iyi bir şeydir, adam gibi kurallar olması daha da iyi bir şeydir. dövme, sakal ve piercing için üzgünüm, keşke insanlar devlet dairesine girmek için bu tür tercihlerinden taviz vermek zorunda kalmasa. ama başörtüsü ile piercingi karşılaştırmak çok ilginç. başörtüsünün örten için ne mânâ ifade ettiğini, çıkarmaya zorlanmanın ne demek olduğunu anlatmak için insanlar çok uğraştılar, ama nafile. sadece akıl fikir diliyorum. "türkiye cumhuriyeti kurulduğu günden beri çağdaşlaşma ve bunun alt başlığı olarak "batılılaşma"yı kendine ilke, hedef edinmiştir " sözünde küçük bir düzeltme yapmak gerekiyor, bu cümlenin faili türk milleti değil, onun adına hareket eden bir azınlıktır. çağdaşlaşma türkiye'nin meselelerini ve pozisyonunu açıklarken kullanıldığında, kadük ve komik kalmaktadır, bu kadar basit değildir. batılılaşma ise, abuk sabuk kurallara mazeret olamayacak, zaten kendisi abuk sabuk olan bir fikirdir. hasbelkader milleti temsil etme durumunda bulunan bir kaç kişiden bir takım çiğ hareketler bekliyor olmanız, gerçeği değiştirmez. kurallar kimsenin paşa gönlü için değişmez elbette, millet iradesine uygun yönde değişmelidir. (bu arada her nasıl oluyorsa, paşa gönle göre kural konabiliyor memlekette.) 1930'larda çıkıp bu tür fikirleri ortaya atan insanları anlıyorum. yanıldıklarını düşünebilirim, ama bulundukları noktadan durumu belirli bir şekilde değerlendirmekte bütün bütün haksız olmamış olabilirler. ama seksen senedir bir durum değerlendirmesi yapmaktan kaçınan, onun yerine avaz avaz bağırarak, sesleri yetmeyince zinde güçlere sığınarak hâlâ aynı kalıpları millete dayatanları anlayamıyorum. insanlarımın hassas olduğu konuların kaale alınmaması da beni üzüyor.

bazı milletvekili eşlerini davet etmemesi tartışma konusu olan cumhurbaşkanı'nın tartışılmaz bir şahıs olduğu ifade edilmektedir ki, olaya böyle yaklaşan bazı çevrelerin, aynı tavrı bundan önceki bir kaç cumhurbaşkanı için de sergileyip sergilemediklerini bir düşünmek gerekir. en başta da söylediğimiz gibi, konu aslında türkiye'nin esas meselelerinden doğal tali bir hadisedir, tek başına üstünde uzun uzun konuşmaya değecek bir şey değildir. bu sebepten olsa gerek, tartışma uzadıkça muhteva başlığa sığmamakta, başka konulara doğru yelken açmaktadır. konuyu oraya buraya eğip büken, teyp kasedi gibi, her zaman söylenen şeyleri tekrar tekrar söyleyen arkadaşlarla zaten ne bunu, ne başka bir şeyi tartışmanın fazla bir mânâsı yoktur. anlaşılır olsun diye çok kısaca ve tekraren söylersek, konu türkiye cumhuriyetinde muktedir mevkide bulunan seçkinlerin, halkın yerli kimlik tercihini hazmedemeyişinden ibarettir. kimlerin, kimin karşısında hangi pozisyonu aldığına dair mütalaada bulunanların, önce kendi savundukları çevrelerin, vaktiyle ve şimdi, kimlerin kucağında ve karşısında ne gibi pozisyonlar aldığını düşünüp hatırlaması yerinde olacaktır. (daha da denecekler var, amma borsa yine oynar falan, neme lazım...)
(28-31.10.2003)

ramazanda oruç tutmadığını belli etmek / ekşi


âdâb-ı muâşeretimize göre ayıp telakki edilen bir husustur. herhangi bir sebeple oruç tutamayanların oruç tutuyormuş gibi başkalarını kandırmalarına gerek yoktur, ama umumî havaya uyar ve oruçlu olanların yanında yiyip içmezler. eskiden buna gayr-ı müslimler bile dikkat edermiş. ne var ki âdâb-ı muâşeretimizin teşekkül edip yerleştiği zamanlarda insanların oruç tutmamaları istisnai bir hal idi ve bugünki cemiyette aynen tatbik biraz zor.

imdi, oruç tutmayan kimdir, nerededir, oruç tutmadığını ne şekilde belli etmektedir, maksadı nedir diye bir düşünmek lazım. oruç tutmayan bir kişi, müslüman ise ve mazeretsiz orucu terk etmiş ise pekâlâ ayıplanabilir. ama aslolan olumlu yaklaşmaktır. adamın kafasını bozup da iyice oruçtan soğutmaktansa, güzellikle yaklaşmak en iyisidir. oruç tutmayan kişi müslüman değilse, zaten onu oruç tutmadığı için kınamanın bir mânâsı yoktur.

oruç tutmadığını belli etmek ya yiyip içmek suretiyle olur veya o esnada herhangi bir ramazan yasağını delmeksizin başka bir fiille veya sözle belli etmek suretiyle olur. oruç tutması gerektiğine inanmayan kişi, oruç tutmadığını mesela sözlü olarak bildirirse bunda abes bir taraf yoktur. yiyip içmesi hoş değildir, ama gidip ensesinde boza pişirmenin de alemi yoktur. kendi nezaketsizliğidir, kendi imajından başkasına da pek bir zararı dokunmaz.

çoğu kimsenin oruç tutmadığı yerlerde oruç tutmayanların davranışlarında hususi bir itina göstermesi çok mühim olmayabilir. ortamı bozmuş olmaz, hassas davranırsa nezaketi sebebiyle takdir edilir sadece. yaygın olarak oruç tutulan yerlerde çıkıntılık yapmamak haliyle daha fazla önem taşır.

oruç tutmadığını belirli bir kasıt olmaksızın belli etmenin de tuhaf bir tarafı yoktur. oruç tutması gerektiğine inanmayan birinin, oruç tutmadığını saklamaya çalışması mânâsız olacaktır. oruç tutanlara inat olsun diye davul çalarak oruç tutmadığını belli etmek öküzlüktür, ama bunlara da kaba davranmak yanlıştır. yaygın olarak oruç tutulan ve oruç tutanlarla tutmayanların bir arada yaşamasına alışık olunmayan yerlerde konu ile ilgili bir kültür gelişmemiş olabileceğinden insanlar abartılı hareketlerde bulunabilirler, hatalıdır, abartıldığı kadar da yaygın değildir.

bu arada hiç oruç tutmamış kişiler için not: oruçlu birinin önünde yiyip içmemek hususu onun nefsini zora sokmamakla çok ilgili değil, daha çok manevi havayı bozmakla ilgili. çoğu zaman birinin yanında yiyip içmesi oruçluyu pek etkilemez. hele kısa kış günlerinde insanlar oruç tuttuklarını bile fark etmeden iftar vakti gelmektedir. ancak ağır sigara tiryakilerinin yanında sigara içmeseniz iyi olur.

türbanlı sanığa duruşma yasağı / ekşi


tarihten bir yaprak:

radikal-online'ın bugünki manşeti. yargıtay 4. ceza dairesi başkanı fadıl inan tarafından başörtülü bir sanığın duruşmadan çıkarılması hadisesi.


(sirkencubin, 07.11.2003 09:55)

ahalinin, kurguladıkları modernite oyununa şevkle katılmasını arzu eden, ama gariplerimin hevesini kaçırmak için ne lazımsa yapmaktan geri durmayan devletlûların başka bir hikmetamiz icraatı. gerçekten size katılmamızı istiyorsanız, bize oynayabileceğimiz bir rol vermelisiniz. daha çok ezerek daha "başarılı" olamazsınız. anladık, bizim olduğumuz ve olmak istediğimiz şeyi olmayacaksınız, peki bizim sizin olmamızı istediğiniz şeyi olacağımızı nereden çıkarıyorsunuz? saçmalamayın, gidip beş çayınızı demleyin, "sahip".

(sirkencubin, 08.11.2003 01:13)

" yaz kızım,

hakimiyet her ne kadar millete ait ise de (evet, malesef öyle, bizzat atatürk vermiş bu hakkı millete ve korkarım bunu değiştirme şansımız yok) son seksen sene zarfında henüz rüşdünü kazanma emaresi göstermediğinden, hatta farik ve mümeyyiz bile sayılamayacağından (ve dahi bizim dediğimiz gibi formatlanmadığı sürece ilanihaye sayılması ihtimali bulunmadığından); milletin vasisi ve velisi ve hatta velinimeti olarak ve milleti temsilen hakimiyeti devlet babanın kullanması yerinde olduğundan, ve fakat devlet mücerred bir fikir olmakla birlikte onun cismani varlığını başta temsil eden devletin babası, cumhurun mümessili (ayriyeten hâkim bir de) olan zât, son günlerdeki etvarı ile milletin takip etmesi icap eden güzergahı zımnen işaret buyurmuş olduklarından, keza yine devletin cismani varlığını saniyen temsil eden, binaenaleyh aynen cumhurun mümessili sayılması icap eden hakimlerin eliyle hakimiyetin icrası esas olmakla, cumhurun iradesinin hakimde tecelli edeceği aşikar bulunmaktadır (yetki bende yani). kaza heyetinin reisi, maznunenin cumhurun vicdanını rencide edecek bir remiz taşımakta olduğu halde mahkemeye girmekle infial uyandırabilecek müfsid bir fiil işlemiş bulunduğuna kanaat getirmiştir. maznune işbu remzi gidermediği takdirde duruşmaya iştirak edemeyecektir (çık'şarı!)..." demiş olabileceği tahmin edilebilecek olan yargıcın yasağı.

(sirkencubin, 08.11.2003 02:33)

hiç bir meseleyi sakin bir kafayla çözemediğimizi, zaten meselelerin çoğunun sakin bir kafayla düşünemiyor olmamızdan kaynaklanan sanal meseleler olduğunu, ağzı olanın konuştuğunu, beyni olanın ise sustuğunu yahut kalabalıkta işitilmediğini, bazen de kaale alınmadığını, zihinlerimizin dalgalanma halinde olduğunu yeniden hatırlamamıza vesile olmuş bir meseledir.

aklıma takılan noktalarda kısa kısa fikir yürütmek istiyorum. "başörtülü ve hipokrat yemini etmiş olmasına rağmen erkek hastaya bakmayan bayan doktorlar" kimler ve neredeler? bu iş biraz beni ilgilendiriyor ve iki üç hatırlatmada bulunmam gerekiyor galiba. birincisi hipokrat yemini sembolik bir ritüel, bir tür gelenek, ama kişilerin vicdanından öte bir bağlayıcılığı yok. bağlayıcılığı olan bir şey varsa mesleki etiktir, hukuktur, doktorlarla ilgili her sözün başına hipokrat lafı eklemenin mânâsı nedir? ben yemin etmedim, istediğimi yapabilir miyim? iki, hastanın hekimi, hekimin de hastasını seçme hakkı vardır. her hasta bir hekimi kabul veya reddedebilir, her hekim de bir hastayı kabul veya reddedebilir, bunun istisnası vak'anın acil olması veya hekimin ulaşılabilir bir mesafedeki tek/ son hekim olmasıdır. bunun dışında hekim de hasta da herhangi bir mülahaza ile birbirlerini reddedebilirler. üç, bunlar bir yana erkek hastaya bakmayan bayan doktor diye bir şey yok. belirli özel sağlık kurumlarında poliklinikler hastalara hemcinsleri olan hekimlerin bakacağı şekilde düzenlenmiş olabilir, sağlık hizmetinde bir aksamaya yol açmadığı sürece bunun bir mahzuru yoktur, hatta hasta-hekim iletişimini destekleyen bir uygulama olarak olumlu bile sayılabilir. bu tür düzenlemelerin yapıldığı polikliniklerin dışında hekimler hastalarını muayene ederken cinsiyetlerine bakmamaktadır. insanın böyle bir iddiada bulunması için haklarında konuştuğu kişileri hiç tanımaması lazım. rüyanızda mı görünüyorsunuz bu hekimleri? bırakın muayene etmemeyi, kadın hastaya dokunmam tıbben gerekmiyorsa dokunmam, gerekiyorsa dokunurum. üç parmağımla yapabileceğim bir şey için dört parmak kullanmam, ama gerektiği yerde gereken bütün teknikleri uygularım. doktor hanımların da böyle yaptıklarını biliyorum. iftira etmeyin kimseye.

"mahkemede sanık olarak yargılanan birinin kamu görevlisi muamelesine tabi tutulup bir takım afaki nedenlerle başını örtmesine izin verilmemesi" abes tabii, ama kamu görevlilerinin ve öğrencilerin baş örtmelerine izin verilmemesinin gerekçeleri de afaki zaten. ama sebepleri değil, gerekçeleri. biz biliyoruz ki mesele ne başörtüsüdür, ne ideolojik semboldür. mesele hazımsızlıktır, ama bunu böylece söyleyemeyenler böyle mazeretlerin arkasına sığınmaktadır. buradan 3x1 maden suyu reçete etmek isterim saygıdeğer devletlûlara. biz hukukun üzerine bir bardak soğuk suyumuzu içerken, onlar da biraz hazım sistemlerini rahatlatmayı deneyebilirler.

"yüzü örtülü" deniyor, ben mi bir şeyi atladım, hakim yoksa sanığı peçe taktığı için mi salondan çıkarmış?

"sistemin tanıdığı din özgürlüğü, inancın sınırsızlığı yanında, eyleme yönelik olarak da serbestçe kullanılıyor"muş. hadi ya?

"din bakımından gösterilen aşırı ve çarpık duyarlılık" kime göre, neye göre aşırı ve çarpık? bana göre de hakim beyin zihniyeti aşırı ve çarpık.

"hakimin yorumu" yoruyor bizi... düşünüyorum da, başı açık gezmek pozitivizmi simgeliyor, hakim beyler bu ideolojik sembol üzerinde de hassasiyet göstermeli, herhangi bir başlık giymeyen insanları kamu alanlarından uzak tutmalı.

"inzibat" nedir allah aşkına? duruşmanın seyrine mani olacak bir arbede mi meydana gelmiş, birileri slogan mı atmış, nasıl bozulmuş bu inzibat? görünen o ki hakim beyin zihninde olup bitiyor her şey, orada bozuluyor inzibat. kendi peşin hükmü yüzünden başörtüsünü bir tür sessiz slogan gibi algılıyor ve kafatasının arasında yankılanan çığlıklar inzibatı bozuyor...

"başörtüsü" nedir, "türban" nedir, bir türlü bir anlaşılamadı gitti. türkçe'nin de içine ettiniz be kardeşim. sözkonusu örtüye başörtüsü denir. arp da denebilir, türban denmez. türban diye sihlerin sardığı malum ve maruf sarığa ve dahi bu sarıktan mülhem olarak hazırlanan ve örneğini sayın emine beder hanımefendi'nin başında görebileceğimiz hanım başlığına denir. hatırladığım kadarı ile bu kelimeyi bir hata olarak başörtülüler attı ilk defa ortaya. başörtüsü ile derse girmeleri engellendiği zaman, "başörtüsü değil bu, türban; türban serbesttir" gibi bir savunma ile yasaktan sıyrılmayı denediler. bir işe yaramadı tabii, ama birilerinin çok işine yaradı. sıkıştıkları zaman kaçabilecekleri bir yan yol oldu. halkın hiç bu işlerle ilgisi olmayan büyük çoğunluğunun da başını örttüğü ve başını örtme fiilinin temelde ortak bir takım sebeplere dayandığı gerçeğini inkar edebilmek için mazeret olarak kullanılıyor türban kelimesi: "hayır efendim, o başörtüsü, bu türban". değil. hepsi başörtüsü, insanların başlarını örterken niyetlerinin ne olduğunu gösterecek bir cihaz icat edemediyseniz henüz, ya köydeki ninemi de militan sayacaksınız veya başını örtene karışmayacaksınız. işin ilginç tarafı refah hükümetinin gereksiz ve beyinsizce hareketleri ile laikçi kesimin aynı sığlıktaki tepkileri ile işler böyle son haddine kadar gerilmeden önce, yine memure hanımların ve öğrencilerin başlarını örtmesi mesele olabiliyordu, ama hizmetli personel her zaman devlet dairesinde başı örtülü olarak çalışabiliyordu. şu renk ayrımcılığı meselesi ile birlikte bunu da hatırlayın düşünürken. bakalım nereye varacaksınız?

"türkiye cumhuriyet başbakanı türkiyeyi dünyaya rezil etmek için elinden geleni ardına koymuyo" deniyor ve maalesef aynen öyle. iktidar partisinin ve zihniyetini paylaşanların da gözden geçirmeleri gereken bir çok yönleri var.

"ramazan ayında sokakta su bile içilemezken olmasını çok garipsemediğim yasak" demiş biri, ben dün sokakta bira içen birini gördüm, artık bu yasağı garipseyebilir miyim, izin var mı?

(sirkencubin, 09.11.2003 01:18 ~ 13:28)

giderek şirazeden çıkmış bulunan bir tartışma konusudur.

bu tartışma vesilesiyle, mesela aslında teknik bir terim olan özgürlüğün ödev kavramıyla çeliştiğini öğreniyoruz. iyi özgürlük ne peki? canının istediğini yapmak mı, canının istediğini yapmaya yönelten güdüleri kontrol altına alıp yapmak gerekenleri yapmak mı? yorumları muhtemelen islamınkiler ile örtüşmeyecek olsa da, yine de faydası olabilir düşüncesi ile ve vuran yerleri biraz genişlesin diye kalıplanmak üzere, vak'ayı felsefe bilen arkadaşlara havale ediyoruz.

yine bu tartışma vesilesi ile insanların dini vecibelerini yerine getirmelerinin birilerinin keyfine bağlı olduğunu öğreniyoruz. arkadaşların uyguladıkları prensip laiklik. laiklik de, ilkokul birinci sınıfta öğretmenimizin söylediği ve bunca zamandır daha kapsamlı ve tutarlı bir tarifine rastlayamadığım şekliyle, din ve devletlerinin ayrılması, dinin devlete, devletin dine karışmaması. farz edelim ki öyle, imdi arkadaşlar diyorlar ki, "siz dinin devlete müdahalesini savunuyorsunuz, bu yanlış", ama mevcut halde siz de devletin dine müdahalesini savunuyorsunuz. esas aldığınız prensibe göre bu da yanlış, şu halde kendinizle çelişiyorsunuz.

yine enteresan bir mantık silsilesi neticesinde, insan haklarının dinden kaynaklanmadığını ve tam olarak bu sebepten din mensuplarının insan haklarına sahip olmadıklarını öğreniyoruz. anlamıştık zaten, bizi insan yerine koymadığınızdan belliydi.

aldığımız faydalı anayasa dersi, bize dini pratiklerin din istismarı olduğunu öğretiyor. istismarsız bir din nasıl olur, onu öğretmiyor ama...

ha, baş örtmek karşı devrimcilikmiş, bunu da öğrendik. akşam eve gidince anneme de söyleyim, o da öğrensin karşı devrimci olduğunu.

(sirkencubin, 17.11.2003 10:10)

30.10.2011 16:33