kurgusal bir algılamadan kaynaklanır. şehri barbar sürüleri tarafından kuşatılmış kutsal bir şato gibi görmenin neticesidir. bütün olumsuzlukları başkalarına, "ötekine" yüklemek tabii bir insan davranışıdır, ancak çok da marifet değildir. bir kere hadiseyi kabataslak bir merkez-çevre çatışmasına indirgediğiniz zaman ortadaki olguyu kaybetmiş, onun yerine bir karikatür hakkında fikir yürütmüş olursunuz. tıpkı varoş kelimesiyle damgaladığınız çevrelerin zihninde de bir "biz ve onlar" ayrımının olması, onların da sizi kafalarındaki imajlara, karikatürlere göre algılaması ve suçlaması gibi... karmaşık ve hareketli bir sosyal ortamı bu kadar basit bir klişe ile açıklamaya çalışmak hatalıdır. bir kere "biz ve onlar" skalasını kafanızda kurdunuz mu, konuya sağlıklı yaklaşma imkanınızı kaybetmişsiniz demektir. bunun üzerine inşa edeceğiniz fikirler de hakikatle ilişkili olmayacaktır. hadiseyi bir şehirli-köylü veya merkez-çevre dikotomisine indirgememek gerekir. "bütün yabaniler oradan geliyor" türü ifadeler gibi, "aslında oradakilerin hepsi yabani değil; biz onlara değil, kötülüğe karşıyız" şeklindeki bir yaklaşım da çok sahih sayılmaz. sosyal tabakalar arasındaki hareketlilik çeşitli grupları birbirinden kesin çizgilerle ayırmayı imkansız kılacak seviyededir. diğer taraftan yaşanan medeniyet krizi, çevre kadar, belki daha da fazla merkezi de etkilemiştir. varoşu, kenar mahalleyi, kırsal, köyü bir tarafa bırakın da kentten bahsedin biraz. kentte, "şehirden", "medineden", "siteden" geriye ne kaldı? kent hangi değerleri üretti? insanlar ne verdiniz de alamadılar?
(sirkencubin, 02.01.2005 14:06)
konu varoşla değil de insanlığını kaybetmekle ilgiliyse, ona göre bir isimle anmak gerek. yoksa merkez-çevre çatışması kaçınılmaz oluyor. bunun yanında insanlığını kaybetme oranının merkez ve çevre arasındaki durumunu neye dayanarak söylüyoruz? hangisi ne kadar insan, nasıl ölçüp de biliyoruz? ayrıca merkez nerede biter, çevre nerede başlar? var mı böyle bir sınır? konu varoştan gelen insanların yaptığını hoş görmek-görmemek meselesi değil. elbette her suç cezalandırılmalı, her ahlaksızlık tepki çekmeli (bu tepkinin ardışık entylerle sözlükte sergilenmesi şart olmasa bile), kimse şu veya bu gruptan diye kayırılmamalı. ama çirkinliği "varoş" diye açıklamak, aynı zamanda kategorik olarak varoştan olmayanı kafadan aklamak ve sonuçta dolaylı olarak varoştan olmayanlar ne yaparsa yapsın hoşgörmek olmuyor mu? neye karşıysak onu kendi adıyla zikretmeliyiz. ne sistem kurbanlarını kayıralım, suç işlemişlerse, ne de sistemi işletenleri. ama burada görmek gereken başka bir şey daha var. söylemdeki bir karşıtlığın aksine, ortada bir ayrılık, karşı karşıya olma hali değil, bütünleşik olma hali, bir birlik var. varoş ve elitler diye iki ayrı bütünün çatışması yok, ortada tek bir yapı, tek sistem var. kent, "medinenin" değerlerini öğütmekle ve "sitenin" değerleri diye, oluk oluk kazurat akıtmakla meşgul bir değirmen ve sen, ben, o, şunlar, bunlar, yani "biz hepimiz", bilerek veya bilmeyerek, isteyerek veya istemeyerek, az veya çok bu işin içindeyiz, birer parçasıyız. vadinin derinliklerindeki çakal da, kayalara tünemiş kuzgun da aynı oyunu oynuyor. "kenarın güzelleri" de, şehrin kişizadeleri de aynı işin içinde. çamur lastiklere bulaşıyor diye, direksiyonun, egzantrik milinin böbürlenmesi ne ifade eder? ortada bir şey varsa, bunu el birliğiyle inşa ettik. kimin payının ne kadar olduğunun hesabı ayrı bir şey. ama her şeyi söylemenin bir üslubu var. birilerini karşınıza alır ve her şeyi haklı haksız demeden hepsinin üzerine yıkarsanız, üstelik bunu yaparken bir yandan da, o birilerinin içinde olmayan herkesin yünmüş yıkanmış olduğu gibi bir hava estirirseniz, sözleriniz incitici olmaktan, çatlakları derinleştirmekten başka işe yaramaz. her şeyin adını doğru vermek gerek.
(sirkencubin, 02.01.2005 16:00)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder