2 Kasım 2011 Çarşamba

osmanlı devleti'nin geri kalmasının nedeni

öncelikle ileri ve geri kavramlarını irdelemek gerekir. tarihi sürekli bir ilerleme ve evrimleşme trendi olarak gören ilerleme paradigması moderniteye ait bir algı şeklidir. dolayısıyla neyin ileri neyin geri olduğuna dair yargılar mevcut durumun bu bakış açısına göre değerlendirilmesi ile ulaşılan sonuçlar olsalar da, ancak temelde ilerleme paradigmasını benimseyen kişileri bağlar, kabul edilmesi zorunlu bir bilgi teşkil etmez bu yargılar. kendi içinde çözülme dönemini yaşayan bir medeniyetin, yükselme devresindeki bir medeniyet karşısında avantajsız ve zayıf durumda görülmesi doğalsa da, bunun "geri" olmak şeklinde isimlendirilmesi şart değildir. osmanlı devlet-i aliyyesi'nin de "ileri" olduğu dönemleri olmuştur. daha sonra gerçekleşen gelişme ise bu devleti kuran toplumun hâlâ süren bir dönüşüm sürecine girmiş olmasıdır.

alternatif olarak çok basit bir sebep de gösterilebilir: osmanlı amerikanın altın ve gümüşünü, afrikanın elmaslarını yüklenip götürmediği için geri kalmıştır. niye öyle yapmadığı ise uzun hikaye, belki başka bir entryde...

müslümanların geri kalma sebepleri

muhtemelen geri ve ileri kavramlarının tanımlanmasından doğan kurgusal bir durumun yakıştırma sebepleridir. yapmaya çalışmadığınız bir şeyi başaramamış sayılmanız abestir. bütün medeniyetlerin yükselme ve çözülme devreleri vardır. yükselme döneminde belirli esaslara sarılan bir nüfus, dinamik bir topluma dönüşür ve bu esasların benimsenmesindeki heyecan, samimiyet gibi faktörlere bağlı olarak kendi zirvesini yakalar, tarihe bir mesaj verir. şu ana kadarki örnekler üzerinden konuşulursa, medeniyeti meydana getiren esasların hayata geçirilmesi sürecinde, bir süre sonra tavsama başlamaktadır. neticede medeniyet, imkanlarını gerçekleştirdikten, kendisini ifade ettikten, toynbee'nin tabiriyle tarihin meydan okumasına cevabını verdikten sonra çözülme sürecine girerek tarihten çekilmektedir. islam medeniyeti'nin çözülme dönemi, batı medeniyeti'nin yükseliş dönemi ile eş zamanlı olmuştur. birini ileri ve diğerini geri olarak tanımlamak ideolojik bir yaklaşımdan ibarettir ve islam medeniyeti'ni, batı medeniyeti'nin dinamiklerine göre açıklama gayretinin bir neticesidir. islam dünyası'nın fizik şartlar bakımından, batı dünyası kadar kuvvetli olmadığı doğrudur, ancak bunun bir ilerilik-gerilik problemi halinde ortaya konulması otuz yaşında bir boksörün seksenine merdiven dayamış eski dünya şampiyonu ile karşılaştırılmasına benzer. batı medeniyetine ait bir kavram olan ilerlemeyi ise ayrıca tartışmak gerekir.

seda her an hamile kalabilir

-muhabirimiz cengaver ayyar, tuba uterinadan bildiriyor, evet cengo seni dinliyoruz, neler oluyor orada?
-- iyi akşamlar memoli kırcali, evet, burada gerçekten ilginç şeyler oluyor. sol tarafımızda ovaryum tarafından henüz gelen ovumu görüyoruz. öte yandan uterus yönünden çok sayıda sperm geldiği yönünde bir duyum aldık. durum gerçekten kritik, seda her an hamile kalabilir!.. burda durum böyle, memoli kırcali.
-evet sayın seyirciler, gördüğünüz gibi kanal zö her zaman her yerde. acaba seda hamile kalacak mı, kısa bir aradan sonra...

muhafazakarların uhrevi dizi hayranlığı

dinle ilgili bir konu oldu mu, işi getirip getirip uyutma konusuna bağlayan akıldanelerin kanına dokunan hayranlıktır.

neresinden tutup da başlamalı, bilemiyorum (ara: kasan kuseyn)

muhafazakar kimdir, bu ülkede gerçekten kim muhafazakar, kim değil, kim sağ, kim sol, kim ileri, kim geri gibi tartışmalara girmeye gerek yok. akıldanelik jargonunda muhafazakar algoritma gereği seçilen kelimelerden biridir, hakaretlerin kaç şiddetinde planlandığı ile alakalıdır, yerine göre yobaz da olabilir, dinci de olabilir, türbanlı da olabilir. malum zümrenin "öcü" taraflarından ziyade, "ezik" tarafları dile getirileceğine göre, terkibin bu kısmında o kadar da "ofansif" olmaya gerek görülmemiş ola gerektir.

uhrevi dizi aynı karalama/ etiketleme algoritması ile üretilmiş başka bir yakıştırma. daha önce tanımlanmış bir uhrevi dizi kavramı yok, en azından sözlükte (ara: uhrevi*). bunun yerine dini, ilahi vb başka kelimeler de seçilebilirdi. dinle ilgili bir şey olduğuna göre, neticede aşağılama konusunda iş görür, bu da fazla saldırgan değil, kategorize ettik, yaftaladık, uydu yerine, okey dasti...

hayranlık, terkibin vurucu noktası. muhafazakar ve uhrevi kelimeleri seçilirken mütevazı davranılmışken, burada abartı yoluna gidilmiş. zannedilir ki, işbu -her kim iseler- muhafazakarlar, bir kısım dizileri ağızları açık, gözleri ekrana sabitlenmiş halde, kıpırdamadan, hipnotize bir halde seyrediyorlar. bu dizilerle yatıp kalkıyorlar, özel sohbetlerinde sık sık gündeme getiriyorlar, birbirlerine tavsiye ediyorlar, -yazar iseler- sözlükte başlıklarını açıp her bölümü ayrıca inceliyorlar... var mı böyle bir şey? acaba itham edilen insanlar arasında bu dizileri beğenmeyenler, eleştirenler olabilir mi? ayrıca beğenmek ve hayran olmak aynı şey midir?

acaba bu akıldaneler ne zaman bir şeyi eleştirmenin hakaretsiz, daha az ajitasyonlu yollarını keşfedebilecekler? konuya itham makamından dalmak yerine, mesela "uhrevi diziler" diye bir başlık açılsa, dizilerin tanımı yapılsa, eleştirilse, arkasından bunları seyredenler kimlerdir, kimler değildir, bunların eleştirilebilecek tavırları nelerdir, neler değildir, güzel güzel izah edilse nasıl olur? lakin böyle yaparsanız ve bir kısım "torna kafalılar" da gelip "hagatten ya, ne biçim dizi lan bunlar, böyle dizi mi olur" yazarsa ne olacak? böyle bir şey olursa at gözlüklerimiz sıkmaz mı, canımızı yakmaz mı? yani ne yapıyormuşuz? yaptığımızı yapmaya devam ediyormuşuz.

bir de şu uyutma konusu var. efendim, hiç merak etmeyin, bu milleti spor programları, magazin programları, şok şukela haber programları ve sair kanal-izasyon herzeleri uyutamadıysa, "uhrevi diziler" de uyutamaz. konuyu bir de oy verme davranışı ile irtibatlandırmışız, milletçe uyurgezeriz şu halde, muhalefet partisine oy verenler iktidar partisine oy verenlerden daha mı uyanık?

muhafazalarların izledikleri dizileri eleştirmek dine saldırı olmayabilir, keşke burada yapılan da bu olsa. bitmek bilmeyen bir iç kaşıntısı gibi bir ruh halinden kaynaklanan bir saldırganlığın ortaya dökülmesi için yeni bir vesile sadece bu diziler.

işin ilginç tarafı "tehlikeli ve öcü" tipi "muhafazakarlar"dan ziyade "babaanne" tipi seyirciye hitap eden bir dizi formatı bu. güllü yasin okuyan, acele bacı merasimi tertip eden, "nineciğim bu yaptığınız hangi kitapta yazıyor" diye sorduğunuzda kepçeyi kafanıza furan canparelerimiz... lakin maksat aslında dizilerle ilgili olmadığı için, okların yöneldiği nokta değişmiyor. birden bire aslında yunus emre'den tek mısra okumamış olduğunuzu öğreniyorsunuz, birilerini bir takım şekillerde tatmin etmekte olduğunuzu öğreniyorsunuz... gerçekten uyumuşum galiba, yunus emre'yi de rüyamda okumuş olacağım, "taş gönülde ne biter, dilinde ağu tüter/ nice yumşak söylese sözü savaşa benzer" diyordu.

bozuk plak gibi aynı yaveler, gırtlaktan köpürüp taşan bir nefret... aslında ne ortalığa boca ettikleri muhtevanın bir ehemmiyeti var, ne de güne hint yağı içerek başlayan "halkın savunucusu" ucuz kahramanların. gündemi bu nevi tipitiplerin belirlemesine de alıştık artık. oralarda bir yerlerde, sesleri pek çıkmasa da, bunlarla aynı tarafta gibi görünen, ama bu tripleri benimsemeyen, tiksinen birkaç kişi var, onu da öğrendik zamanla, bu da bize yeter, köyün delisi yediydi dokuz olmuş der geçeriz.

mektup yazma kültürünün kaybolması

semercilik kültürünün kaybolmasından farklı bir hadisedir. cânım el sanatlarımız zamana yenik düşüp giderken, içimiz cızırdasa da, "yaşatılsa, ihya edilse" diye düşünsek de, kimsenin merkebe binmeyi hayal bile etmediği bir çağda bu işin belli bir noktadan öteye gidemeyeceğini de biliriz. lakin mektup yazma kültürünün kaybolması, meramını ifade edebilme kültürünün kaybolması ile bir arada olunca, ne kadar canımız sıkılsa, keyfimiz kaçsa yeridir. kolaylığa kimsenin itirazı yok, ama mektubun fonksiyonunu smsle karşılayamazsınız. mesele sadece kuru bilginin, haberin nakledilmesi değildir. üslup, incelik, fikir ve his derinliği, mektup kültürünün kaybolması ile birlikte ortadan kalkmakta gibi görünüyor. diğer taraftan mektubun başına gelenler, hadisenin aslı değil ârazı muhtemelen. ancak mektup ile ifade edebileceği bir meramı olmayan biri, neden mektup yazsın? endişe etmek gerekiyorsa, buradan başlamak gerek. yoksa mektup yazma kültürü, derinliğini yitirmeksizin e-mail yazma kültürüne istihale ediyorsa, başımız üstüne...

mekke ile medine arasındaki gizli rekabet

vehimdir. zaman zaman mekkeliler ile medineliler arasında rekabet olarak değerlendirilebilecek hadiseler olmuşsa bile, iki şehri rakip gibi görmek algı kusurudur. ikisinin yerleri ve önemleri farklıdır. bu arada mekke'nin fethinden sonra medine'nin popülarite kaybına uğraması gibi bir hadise de sözkonusu değildir. medine islam devletinin merkezi olmaya devam etmiştir.

mekke beytullah'ın bulunduğu şehir olarak insanlık tarihinin başlangıcından günümüze sürüp giden bir önem taşımış, bir tür eksen veya dünyanın merkezi olmuştur. medine bu bakımdan mekke'nin muadili, mukabili olamaz, rekabet edeceği bir husus yoktur. sadece kıble olmak bakımından kudüs ile bir rekabet tasavvur edilebilir. medine ise sinesinde fahr-ı kainat efendimizi bulunduran şehirdir, evrenin hiçbir noktası bununla rekabet edemez.

mekke-i mükerreme cenab-ı allah'ı hatırlatır, haşyet ve celal ihsas eder, medine-i münevvere ise hz. peygamber'i hatırlatır, muhabbet ve cemal ihsas eder. iki şehir arasında bir iktidar denklemi görmek için epeyce ters bir açıdan bakmak gerekiyor herhalde. doğu da, batı da allahındır.

medeniyetin sonu

medeniyetin sonu mu olur, yoksa batı medeniyetinin sonu mu olur, orası pek net değil ama ufukta görünen bir şeydir. ancak batı medeniyeti daha önce hiçbir medeniyetin yapamadığı bir şeyi yapıp, yörüngesiyle birlikte bütün gezegeni ele geçirdiği için, alternatiflerine yer bırakmadığı için, yeryüzünde varlığını sürdürebilen son medeniyetin çöküşü aynı zamanda gerçekten medeniyetin de çöküşü olabilir. kaldı ki bu medeniyet, başka hiçbiri ile kıyas edilemeyecek derecede tabiatı ve insan tabiatını bozduğu için, tasavvur edilen felaketlerin gerçekleşmesi de ihtimal dışı değildir. kendi kuyusunu kazan bir medeniyettir bu, zira maddeye hakim olma ve daha çoğunu elde etmeye endekslenmiş bir yapısı vardır. bu tavrıyla bir çok nesillerin ihtiyacı olan enerjiyi süratle emerek biriktirmeye ve bir yandan da çar çur etmeye devam etmektedir. işin esası medeniyet insanlık tarihinin olmazlarından değildir, aşağı yukarı son on bin senenin meselesidir. ama ortada avcılık ve toplayıcılık dönemine dönülebilecek bir dünya da kalmayabilir, tarih boyunca ilk defa bütün türlerin varlığını tehdit eden bir tür var bugün dünyada.

başvuru için şu an aklıma gelen kitaplar, toynbee'nin medeniyet yargılanıyor'u (türkçe baskısı yirmi yıl kadar önce tükenmiş olsa gerek), spengler'in batı'nın çöküşü ve howards ile rifkin'in (isimleri yanlış hatırlamıyorumdur umarım) entropi'si.

bütün sözlük namaz kılsa olabilecekler

87 caminin cemaati bir araya gelmiş olur.

87 ayrı cemaat olur: "kuranı türkçe okuyalım"cılar, "kuran okumayalım"cılar, "kadın-erkek karışık kılınsın"cılar, "tangayla da kılınsın"cılar, "kara çarşaflılar kılmasın"cılar, "baanne baanne, ben karşıyım, tepki gösteriyorum"cular, "oturarak kılınsın"cılar, "yatarak kılınsın"cılar, "kılınmasın"cılar, muhtelif yerlerin köpekleri (ara: köpeğiyim* ondan*), emrah koş platformu, tren karşıtları, "tren çağdaşlıktır"cılar, eski sevgili ekolü, rüyasında frackman görenler cemiyeti, muhtelif mafyalar, anketörler, ankesörler (harf oyunlu cinler), eğlence eğlence kilisesi cemaati, tipik türk kızı karşıtları, gotikler, 6 yaşından beri metal dinleyenler, angrbodacılar, authorcular, karma maymunları, bir kısım sözlükçüler (bacak sahipleri), imla ayarcıları, "tosun paşa ilk yüze girsin"ciler, muhtelif tv dizilerini sevenler ve sevmeyenler, muhtelif filmler için "şahane"ciler ve "berbat"çılar, ukte verenler tayfası, tespit insanları... (daha gider bu)

30 yaşına yaklaşan kadın modeli / ekşi

- model a27: büyük çocuk okula başlamıştır, küçüğü de komşuya, kayınvalideye emanet edilebilecek yaşa gelmiştir. tekrar çalışmaya başlamayı tartışmaya başlamaya çalışma zamanı gelmektedir.

- model a44: oğlan ilkokulu bitirmiş, bir yere çırak verilmiştir. kızın dersleri iyidir. küçük oğlanı sütten kesme vakti yakındır. kayınvalide hakkında dualar yoğunlaşmıştır.

- model a12: çocuklar işlerin ucundan tutacak yaşa gelmiştir. büyükleri babalarının yanında tarlaya yollanır, küçükleri evin tertip ve düzeni ile ilgili görevlendirilir. ev işi, tarla işi, bahçe işi aynı minval üzre devam etmektedir. yakındaki vilayete göçme işinin gündeme getirilmesi için hazırlıklara başlanır. her gün kaynana ölsün diye dua edilir.

- model c99: doktora bitmek üzeredir, kadro arayışı başlamak üzeredir. kocanın akademik ajandasını düzenleme zahmetinden vazgeçilir, alternatif meşgale olarak çocuk düşünülür.

- model c4: boşanmanın üzerinden yeterli süre geçmiştir, evlilik sürecine girilmelidir.
(sirkencubin, 06.10.2004 13:28)

truva mı troya mı ikilemi

propaganda yapmak, "bu saatten sonra" kelime değiştirmeye çalışmak ayrı hususlar, ama en azından mevcut durumun nereden çıktığını incelemenin bir mahzuru olmayacaktır. fransızca'dan alınan fransızca kelimeler ile, fransızca vasıtası ile türkçe'ye giren grekçe ve latince kelimelerin aynı şekilde algılanmaları şart değildir. avrupalı milletler, grekçe ve latince kelimeleri az çok imlalarını koruyarak almışlar ve herbiri bu kelimeleri kendi dilinin özelliklerine göre, kendi hançerelerine göre telaffuz etmişlerdir. sistematik bir düşünceyi uygulamak, avrupalıların yaptığını yapmak gibi bir sıkıntımız olmuş olsa idi, aynı ortak kelime havuzundan biz de kendi söyleyiş özelliklerimize göre faydalanırdık. ama ergenlik döneminde hocasının etkisinde kalan ve bu etkiden hayat boyu kurtulamayan biri gibi, jöntürkler döneminin fransız ekolünde takılıp kaldık. bir dönem, tıbbiye'de, uluslararası terminolojinin kullanılmaya başlaması münasebeti ile yapılan çalışmalar sırasında kemal cenap berksoy gibi bazı kişiler, fransız tarzı okunuşların terk edilmesi gerektiğini savundular. o sıralarda, fransızca'nın türk dili üzerindeki etkisi, yüz yılını henüz dolduruyordu ve zaten bir terminoloji değişikliği yapılmakta olduğu için, bu fikrin uygulanması imkânsız değildi. ancak fransızca eğitimden türkçe eğitime geçebilmesi hayli olaylı olan bir okulun mezunları olan tabibler tayfası ağız alışkanlıklarını değiştirmeye yanaşmadılar ve osteologi gibi kelime örnekleri tozlu kitap sayfalarında kaldı.

bir dildeki kelimelerin telaffuzunda esas, ne o kelimenin köken aldığı dil, ne de vasıta olan başka bir dildir. konuşulan dili esas almak gerekir. yani kaynak dillerin değil, hedef dilin, anadilin söyleyiş tarzına uyulur. öte yandan, tamamen yerleşmiş kelimeleri kazıyıp değiştirmeye çalışmanın da ne kadar doğru bir gayretkeşlik olduğu tartışılır elbette. ezcümle fransızların ya da greklerin kelimeyi nasıl söyledikleri bizi çok da alakadar etmez, ama türkçe'ye ne şekilde yerleştiği önemlidir.
(sirkencubin, 15.05.2004 00:31 ~ 00:57)

trabzon'da bildiri dağıtanlara linç girişimi / ekşi

kitle hareketidir. insanlar bir kere kitle halini aldılar mı doğru bir şey yapmaları ihtimali pek yoktur. lakin insanları çılgına çevirecek süreçlerin hepsini es geçip de tek tek olaylara kilitlenilirse, anlaşılması veya bundan sonra böyle şeyler olmaması için fikir üretilmesi maksadıyla bir şeyler yapılması imkansız hale gelir. bardağı taşıran son damlayı tartışmanın bir anlamı yok, bardak nasıl doluyor ona bakmak lazım.
ancak bu konuları tartışmanın, fikir alış verişinde bulunmaya çalışmanın yeri ekşi sözlük değil, ben bugün -yine- bunu görüyorum. fikir alış verişi insanlarla yapılır. bir kitleyi eleştiriyor havasında başka bir kitle haline gelmiş bir güruhla değil. burada yazıp, ciddi ciddi bir şeyleri açıklamaya çalışan arkadaşlar maalesef neticede abesle iştigal etmiş oluyorlar. insanlar laftan değil, taştan sopadan anlayacak hale gelmişlerse, karşılarında dikilip bir cevap vermeye kalkmak hatalı. kitleyi eleştirdiğini sanarak, kendisi de başka bir kitlenin elemanı hale gelen, klavyesi başında başka bir linç güruhu halini alan zavallılara ne anlatabilirsiniz? kafalarında iki bin değnek kırsanız delibozuk bir takım tipler, iki bin kişiye birden orospu çocuğu diye hitap etmenin ne demek olduğunu anlayacaklar mı? "gel ben anlatayım" derdim, ama anlayacak kafa nerede?

toprak uğrunda ölmenin gerekliliği

toprak için ölmek, gereklilik de olmadan önce bir gerçektir. çok bilen abiler ablalar konuları yormaya devam ededursun, oralarda bir yerlerde birileri ölmeye ve öldürmeye devam ediyor. bu vatanın sınırları bize dar geliyor diyenlere gülenler, taşa tutanlar, bu tür bir sınır azaltma işini gerçekçi bulmayıp insanları hayalcilikle suçlayanlar, hiç sınır olmayan bir dünyayı mümkün göstermekle kendileriyle çelişkiye düşüyorlar. gerçekte sınırlar hiç ortadan kalkmayacaksa ve hep birileri muhtelif sebeplerle o sınırları geçme ihtiyacı hissedecekse, tartışma felsefi bir konu olmaktan çıkar, bir kimlik konusu olur. üzerinde yaşadığınız toprağa -biz ona kısaca vatan diyoruz- birileri rızanız hilafına girmeye çalıştığı zaman kaçmak, boyun eğmek veya karşı koymak tercihleriyle karşı karşıya kalırsınız. bu sual karşısında "ben toprak için ölmem" cevabını vermek, "ben onların buraya bu şekilde gelmelerine aldırmıyorum, bana dokunmuyorlarsa; nerede, nasıl isterlerse yaşayabilirler" demeye gelir. bu durumda toprağa vatan anlamını yükleyenler nazarında, sizin kimliğiniz vatan hainliğidir. belki de siz insanı insan yapan değerlerin serbestçe yiyip içip çiftleşebilmek olduğunu düşünüyorsunuz, kimin nerede bu işleri yaptığına önem vermiyorsunuz... sizin için vatan yoksa vatan haini ithamından da gocunmanıza gerek yok. tarih boyunca sözkonusu sual defalarca soruldu ve cevaplandı. tafsilata girsem hamaset yapıyor dersiniz, ama yine de bir iki misal vermekten kendimi alamıyorum. mesela çevremde gördüğüm bir alay şebekle birlikte yaşamaktansa çanakkale'de ölmek bana daha güzel görünüyor. siz belki dumlupınar'da olsanız, palikarya kardeşlerimizi incitmek ve üstüne bir de aptal gibi ölmeyi seçmek yerine, akıllılık edip sıvışmayı tercih ederdiniz. ne yapalım, bu da sizsiniz işte. ama sonra karşımıza çıkıp da asker kaçaklarını asan mahkemeyi savunmayın, o ordunun komutanını herkesten çok sahipleniyormuş gibi yapmayın.

vatan için yaşamak da güzel, ölmek de güzel. ölmemek diye bir şey yok. bir gün sıra size de gelirse, siz de seçiminizi yaparsınız. bana ne için yaşamayı ve ölmeyi seçtiğinizi söyleyin, size kim olduğunuzu söyleyeyim.

1 Kasım 2011 Salı

gelişim oxford ingilizce öğrenme kasetleri / ekşi

her hafta ata kırtasiye'ye heyecanla koşup yeni fasikülü alırdım. hatta kırtasiyede çalışan abi, ismimi kaydetmişti bir süre sonra, mutlaka bana bir tane ayırıyordu. keyifli bir çalışma idi, babamın mecbur kıldığı her gün ingilizce çalışma işini baştan savmanın en iyi yolu idi. muntazaman her gün bir saat çalışırdım. ama setin önerdiği çalışma şekli benim için fazla merasimli idi, o sebepten sadece kasedi teybe takar ve bitinceye kadar kitaptan takip ederdim. alıştırmalarını da canım çekerse yapardım. bu şekilde lise bitene kadar üç dört tur attım herhalde. faydası olmadı mı? olmaz mı? okuldaki tense ezberleme metoduna göre çok daha iyi iş görüyordu. doğru dürüst gramer bilmediğim halde, okulda yazılılarda sezgisel yoldan doğru cevapları kestirebiliyordum. ingilizce notlarım sekizin altına inmezdi pek. sonradan daha ciddi bir ingilizce çalışması içine girmek gerekince de, kasetlerin fena sayılmayacak bir temel oluşturduklarını gördüm. bazen hâlâ takıldığım noktaları çözmeme yardımcı oluyor, şarkılarından aklımda kalanlar.

şarkıların çoğu saçma sapan da olsa, işlerini görüyorlardı. bazılarının melodileri de fena değildi. "how do you spell", "are you ready" veya "i'm stan mc ann" gibi şarkılar setin en başlarına -muhtemelen tamamı ilk kasede- ait parçalar. dersler ilerledikçe şarkıların içeriği de biraz daha yüzüne bakılır hale geliyordu. aslında bütün şarkı sözleri gündelik hayatta sık kullanılan klişelerden oluşturulmuştu ve melodi ile takrar tekrar dinledikçe kulağınızda yer ediyordu. vakti zamanında melodisi hoşuma gitmiş şarkılar arasında "sunshine, snow, wind and rain/ i love sunshine, i hate wind and rain" diye başlayan şarkı ile "i was sorried to hear about your accident" diye başlayanı sayabilirim. bazı şarkılar da matraktı: "we joined the navy/ to see the world/ but what did we see?/ we saw the sea..." beğenmeyen beğenmeyebilir yine de.
(sirkencubin, 23.07.2003 11:29)


ayrıca da orta sayfalardaki "extra" okuma parçaları, ingilizce okuma pratiği olmanın yanısıra, britanya'nın gündelik hayatı, kültürü gibi pek çok konuda bir şeyler öğrenmenize de yarıyordu. bir ülkenin kültürünü tanımanın, o ülkenin dilini öğrenmeye katkısı hesaba katılırsa sırf dil öğrenmek hedeflendiğinde bile bir şeydir. londra'ya giderseniz hangi tiyatrolara, müzelere uğrayabilirsiniz, edinburg taraflarına yolunuz düşerse ne işler yapabilirsiniz, bilmemne sarayı yahut feşmekan şato nasıl bir yerdir gibi turistik bilgilerin yanında, ilginç britanya fıkraları, edebi parçalar (mesela shakespeare'in sonelerinden biri, wordsworth'un meşhur daffodils şiiri), gerekli gereksiz bilumum ansiklopedik bilgiler mevcut idi. ha, ben bu parçaların ingilizcelerini okuyor muydum? ne münasebet, sayfanın karşısında türkçe'si varken kim kasar ki? oturup tekrar ingilizcelerini okumak gerek, en baştan...
(sirkencubin, 25.07.2003 09:44)

cumhuriyet çocuğu abdurrahman

çakma cumhuriyet çocuğu. cumhuriyet çocuğu olmanız için, ananızın babanızın cumhuriyet okuması gerekir. cumhuriyet okuyan bir insan evladı çocuğuna abdurrahman diye, ümmügülsüm diye isim vermez. nerede cumhuriyet çocuğu ayağına yatan bir abdurrahman görürseniz, hemen teşhis edin, afişe edin, gizli işbirlikçidir kesin, komplecidir.

bugün doğan cumhuriyet çocukları için isimler:
erkek tonguç
kız kibela

[ilham perisi için (bkz: #12840453)]

edit: geçen haftanın en kötü entryleri, 19 numero.
(sirkencubin, 19.03.2008 15:22 ~ 24.03.2008 08:32)


ibretlik bir numunedir. cumhuriyet savcısı olabilirsiniz, ama cumhuriyet çocuğu olamazsınız. cumhuriyet çocuğu olunmaz, cumhuriyet çocuğu doğulur. köylülere mi bırakıcaz bu ülkeyi, anlamıyorum ki.
(sirkencubin, 19.03.2008 15:33)

müslüman olayım derken arap olmak

muasır medeniyetler seviyesini yakalayayım derken fransız olmak kadar imkânsız bir durumdur. ancak bu tür iddialarla ortaya çıkanların* islam dinine fransız kaldıkları ve sapla samanı ayırmaktan aciz bulundukları gözlenmektedir. bu arada kendilerine bir şey anlatılmaya çalışıldığında kulaklarını iki elleriyle tıkayıp bağıra çağıra şarkı söylemeyi alışkanlık haline getiren bu monşerler bir tarafa bırakılırsa, aslında türkiye'de yaşayan hemen herkes, hiç arapça bilmese bile ezanı bal gibi anlar. bir yıl mı, bir buçuk yıl mı bilemeyeceğim, daha önce benzeri bir tartışmada geçtiği için teferruatını tekrar yazmayacağım, isteyen arar bulur, şu anda okunan ezan sayın cumhurbaşkanımızın türkçesinden daha türkçedir.
(sirkencubin, 27.07.2004 14:16)


canı sıkılan cengâverlerin sahaya çıkıp araştırabilecekleri husustur. mesela çıkın sorun bakalım, "allahü ekber" ve "la ilahe illallah" gibi sözlerin mânâsını bilmeyen kaç kişi var, cadde ve sokaklarda.

böyle havai bir ortamda, neyin islam dinine has olduğunu neyin arap kültürü ile alâkalı olduğunu, neyin insanı asimile edeceğini, neyin etmeyeceğini tartışmayı abes buluyorum. "kot pantolon giymek sizi ne kadar amerikalı yapar" gibi daha rahat anlayabilecekleri sorular da sorulabilir, ama ona da gerek yok. meraklılar ellerine bir plastik kova alıp kumsalda istedikleri "tezi" üretebilirler. hava müsait...
(sirkencubin, 27.07.2004 14:33)

öz kültürünü korumayı irtica sanmak

iki medeniyet arasında kalmış gayretkeş kişilerin sıklıkla yaptıkları bir hatadır. grek siteleri ve roma devleti dönemine kadar uzanan ve kendine has özellikleri olan sınıflı toplum şeklini tanımayan, ortaçağ'ın kilise baskısı dönemini yaşamamış, rönesans, reform, aydınlanma gibi süreçleri geçirmemiş bir toplumu, şeklî bir takım değişikliklerle avrupalı/ batılı yapabileceklerini hâlâ safdilane bir şekilde savunan kişilerdir bunlar. çoğu aslında iyi niyetli olsa da, şuursuz ve şartlanmış bir şekilde davranırlar, bekledikleri sonuçları alamadıklarını, toplumu benimsedikleri projelere göre yeniden formatlamakta başarısız olduklarını gördükçe de hırçınlaşırlar. bir milletin kültürü tarih içinde şekillenen, çeşitli iç ve dış faktörlerden etkilenmekle birlikte kendi tabiî seyrini takip eden bir varlıktır, zorlama yoluyla değiştirilmeye çalışıldığı zaman dayatılan yenilikleri kusar.

zor zamanlarda (mesela türkiye'nin 1683'ten 1922'ye kadarki tecrübeleri gibi) kendini koruma refleksi, kendine de zarar verebilen şiddetli bir içe kapanma ve kendini tekrarlama eğilimi şeklinde ortaya çıkabilir. böyle bir tepkiye kapılan toplum elzem veya fuzuli, faydalı veya zararlı her yeniliği reddetme eğilimi gösterir. iktidar alanında kendisini beklediği şekilde temsil edebilen, kendi dilini konuşan ve anlayabilen aydınları bulamadığı halde ise tepkisiye kendine de zarar vermeye başlayabilir. böyle bir durumda aydınlara düşen, toplumu aşağılayarak cebir ve tahakküm yoluyla ve toplum mühendisliği tarzında bir çalışma ile değişmeye zorlamak olmamalıdır. kültür, değil bir şahsın, bir grubun, bir neslin planlamasıyla bile oluşup gelişemeyecek kadar kompleks bir varlıktır. hiçbir zaman tamamen kendi haline bırakılması düşünülemese de belirli bir tarafa inat ve ısrarla yönlendirmeye çalışılması da zarardan hâli değildir.

türkiye örneğinde, toplumun batı medeniyeti karşısında gündeme gelen yeniliklere karşı ilk tepkisi topyekün reddetmek olmuş, ancak zaman içerisinde bu tepki dengelenmeye başlamıştır. birinci dünya savaşı yıllarına gelindiğinde en hızlı garbçısından en koyu islamcısına kadar herkes batı'dan bir şeyler alınması hususunda hemfikirdir. ancak hadiselerin seyri halkın bu sürece sağlıklı bir şekilde katılmasına imkan vermemiştir. halkın hissî tavırlar ve tepkiler yoluyla kendi varlığını korumaya çalışması bir yere kadar olumlu sonuçlar verirken, halkın değerlerini benimsemiş aydınlar tarafından rehberlik görmediği zaman kendi bildiğini yapmak zorunda kalan halk tarafından uç noktalara da taşınabilir. yerleşik din eğitimi sürecini ortadan kaldırırsanız, halk bu eğitimi kendi imkanlarıyla ve kendi bildiği gibi yapmaya başlar, sonuçtan şikayet etme hakkınız olmaz. millî bir mimari anlayışı ile halka örnek olmazsanız o kendi bildiği gibi beton kubbeler ile şehirleri kuşatır, söyleyebilecek sözünüz olmaz. müzik konusunda aşırı müdahaleci olmanız arabeski ortaya çıkarır. kılık kıyafet konusundaki zorlamanız fatih sokaklarında görmekten şikayetçi olduğunuz zevksiz cübbe modellerini meydana getirir. örnekler sayılamayacak kadar çoktur ve türk kültür hayatı batıcı aydın-muhafazakar halk ikilisi tarafından baltalanmaya devam etmektedir. aydınlar halka "muhafaza etmenin" daha olumlu örneklerini sunabilene kadar da devam edeceğinden şüphe duyulmamalıdır.

kültür, tarifi üzerinde neredeyse hiç ittifak olmayan çok tartışmalı bir kavram olmakla birlikte, her ülkede ve her çağda inançlarla ilişkili taraflarının olduğu inkar edilemez. halkın inandığına inanmıyor olabilirsiniz, ama kültür konusunda yeni bir şey ortaya koyarken onun inandıklarını hesaba katmazsanız yenilikleriniz elinizde patlayabilir.

derin mevzudur, mümtaz turhan'ın kültür değişmeleri adlı eserinde oldukça güzel işlenmektedir. keza beşir ayvazoğlu'nun geleneğin direnişi adlı kitabı da konuya "başka bir açıdan" bakabilmek için okunmasında fayda olan bir eserdir.
(sirkencubin, 04.06.2003 13:39 ~ 13:42)


bir örneği de meslekî ihtiyaç sebebiyle bile olsa arap harfli türk yazısını okuyabilenlerin varlığı karşısında hayrete kapılan, dehşete düşen akademisyenlerin tavrında görülebilir. türklerin ancak 1928'den beri yazı yazan bir millet olduğunu sanırlar.
(sirkencubin, 04.06.2003 14:34)

chp'nin kökü

insanda "chp'nin kökü neresi", "chp'nin kökü belirsiz" gibi cin başlıklar açma arzusu uyandıran bir bahis, ama diğer taraftan da tartışmaya değer gibi görünen bir mevzu. sahi kuzum, nedir bu chp'nin kökü? konu sayın başbakan'ın*; tahminen, ağzı, kulakları ve şuuru arasındaki bağlantının kısa süreli bir kopukluk yaşadığı sırada, boş bulunup sarf etmiş olduğu chp'nin kökü bereketsiz sözünden açıldı. başbakan'ın ne demek istediği tartışmasını bir tarafa bırakıp, chp'nin köklerini araştırmak daha cazip geldi bana. mesela sevgili grimak'ın kanaatine göre chp'nin kökü, anadolu ve rumeli müdafaa-i hukuk cemiyeti imiş. fikre saygı duydum, ama biraz olsun tartışmadan kabul etmek de içime sinmedi. müdafaa-i hukuk cemiyeti'nin dinamikleri ile chf dinamikleri arasında ne derece mutabakat bulabiliriz, bunu bir düşünmek lazım. bütün bütün birbirinden ayrı olmasa da, tamamiyle aynı olmadıklarını da farz edebiliriz.

müdafaa-i hukuk cemiyeti daha spontane bir şekilde kuruldu, adeta bir millî refleksin tecelli ettiği organizasyon idi. merkezi bir planlama ile teşkil edilmekten ziyade, ahalinin inisiyatifi ile ortaya çıkmış irili ufaklı mahallî cemiyetlerin birleşmesi ile meydana geldi. chf ise, direktifle kuruldu. müdafaa-i hukuk cemiyeti'nin karma, hatta belki az çok kaotik, zihniyet yapısının bir benzerini birinci meclis'te* bulabileceğimizi düşünüyorum. chf için böyle bir karşılık aramak gerekse, ikincisi belki daha uygun olur ki ol dahî daha birörnek bir yapı arz etmektedir.

çok derin tahliller için, tarihi hadiselere vukufum tam değil, ama bence chf için bir kök aransa, daha da gerilere, ittihat ve terakki'ye, balkan dağlarında geyik gezdiren komitacılara, avrupa'nın ışıltısı ile gözleri kamaşmış, yarı şaşkın bir halde paris'lerde, londra'larda dolaşıp garblılaşma çareleri arayan, ne idiğini kendilerinin de belki çok iyi kestiremedikleri bir hürriyet için mücadele eden jön türklere kadar gitmek gerekir. hepsi bir yana, chf ne kadar chp'nin kökü? ortanın soluna doğru bir kayma yaşandıktan sonra, kökte görülen kırılma, çatallanma önemsiz mi? chf, chp kadar, sözgelimi dyp'nin de menşei sayılamaz mı? dp aslında chp'den ayrılan bir dal değil miydi? eğer öyle ise, başlangıçta chf'nin kompozisyonunu meydana getiren dinamiklerin bir kısmı, zamanla diğer partilere dağılmış demektir. bu durumda chp=chf=müdafaa-i hukuk cemiyeti gibi denklemler kurmak abes kaçacaktır. diğer yandan, müdafaa-i hukuk cemiyetinin muhtevası nerelere dağılıp gitti gibi bir sualin yanında, bugünki chp'yi açıklarken, bu parti nerelerden toplanıp geldi gibi başka bir sual daha sormak gerekir. chp'nin müdafaa-i hukuk cemiyeti ve chf'den bir takım eksiklerinin yanında, bazı "fazla"larının da olması gerekir, ancak bunun tahlilini türkiye'de sol hareketlerin gelişimini daha iyi bilen yazarlarımıza bırakıyorum.
(sirkencubin, 03.03.2004 10:12 ~ 10:19)


bu hususta vatan ve hürriyet cemiyeti bahsinin de gözden geçirilmesi faideden hâli değildir (yararlıdır yani).
(sirkencubin, 03.03.2004 12:15)

babası ne iş yapıyormuş / ekşi

cevaplanamaması ebeveyn milletini hayrete düşüren bir sorudur. "walla hiç bilmiyom babası ne iş yapıyomuş, sormak aklıma gelmedi" bir cevap değildir.

ama ebeveyn milletini de anlıyorum, yetiştikleri muhitte, insan profili bakımından çok fazla bir çeşitlilik gözlenmiyor idiyse, herkes zaten üç aşağı beş yukarı birbirine benziyor idiyse, aile reisinin mesleği gibi belli başlı bir kaç kalemi bilmekle ilgili kişi hakkında kabataslak da olsa bir fikir edinilebiliyorduysa, bu tür soruları alışkanlık haline getirmeleri de tabiidir.

kırk yıl geriye gidiyoruz şimdi, orta halli bir anadolu kazası, bugünün babası, dede bey ile konuşuyor:
-akşam neredeydiniz (biiiip, böyle bir soru sorulamaz, herkesin her akşam nerede olduğu bellidir, ama bu basamağı atlayıp bilgi edinme faslına devam ediyoruz)
-osmanlaydık (tesadüfe bak!..)
-babası ne iş yapıyormuş?
-kaymakamlıkta katip
-aa, ihsan efendi mi? pek eyi, pek âlâ (turnayı gözünden vurduk, nokta atışı)

-babası ne iş yapıyormuş?
-berber
-berber mi? hangisi? (eh kazada kaç berber varsa artık)

-babası ne iş yapıyormuş?
-rençber (kim olduğunu bilemesek de, ailenin, dolayısıyla az çok osman'ın da sosyal vaziyeti hakkında malumat edindik işte...)

-babası ne iş yapıyormuş?
-müdür
-nerede müdür?
-aşağı viranhan'ın nahiye müdürü
-a! deli kâzım desene şuna, deli kâzım'ın oğlu osman'la mı geziyorsun? biliyor musun o çocuğun vukuatlarını?
-bilmez miyim, ben de...
-ne!?
-hiç...
-gel bakayım sen şöyle... (eyvah eyvah)

ezcümle osman baba tarafından tanınmıyorsa henüz kaale almaya değer bir nâmı yok demektir. travesti, it uğursuz, kopuk olması halinde ise zaten herkes tarafından tanınıyor olacaktır. osman'ın, en azından, tikky, clubber, rocker, satanist, gomoniz, faşiz vs vs olmadığı biliniyordur, zira bunların hiç biri civarda mevcut değildir. osman'ın ne tür müzik dinlediği bellidir: herkesin dinlediğini dinliyordur. osman'ın ne okuduğu malumdur, muhtemelen pek bir şey okumuyordur. geriye kalan en mühim husus osman'ın mizacı ve karakteridir ki o da ancak zaman içinde sınandıkça bilinecektir.

öyle işte...
(sirkencubin, 30.03.2004 16:15)


izdivaç meselesi bahis mevzuu olduğunda da, geleneksel anadolu toplum yapısı ile ilgili izahların geçerliliğini koruyacağı bir konsepttir. tabii kız almak söz konusu olduğunda. kızla ilgili "ne iş yapıyormuş" suali hatıra gelmez, ev işi yapıyordur muhtemelen, başka bir iş yapmıyordur. bu durumda "hamarat mı" suali gündeme gelebilir ki, onu daha ziyade anneler merak eder ve sormak yerine kendi yöntemleriyle araştırırlar. birinin kızınızı istemesi durumunda ise, damat adayının ne iş yaptığı derhal sorulacaktır. lakin günümüz söz konusu olduğunda, yaygıblığının da abartılmaması gerekmektedir, insanlar çalışan gelin almak istiyorlar bir çok çevrede ve ilk sual "kız ne iş yapıyormuş" yahut "tahsili neymiş" oluyor.
(sirkencubin, 05.04.2004 10:58)

kronik çalışmama isteği / ekşi

akut çalışmama isteğine nisbetle daha ağır bir durumdur. tembellikten farklıdır. hasta, çalışmanın lüzumuna kanidir, çalışmaya başlamak hep gündemdedir, çalışmaya başlama ümidi ve temennisi vardır. sebepsiz yoğun yorgunluk ve dikkat kaybı yüzünden çalışma başarılamaz veya işler sürünen seviyelerle ilerler. muhtelif sebepleri olabilir. interdisipliner disiplinsizlerde görülebilir.
(bkz: çalışma gayreti içerisinde olmak)
(bkz: bezgin akademisyenin çalışma enerjisi)
(sirkencubin, 11.01.2005 14:43)


çıkmaz ayın son çarşambasına kadar beklenirse mazeretlerin tükenmesi ve çalışmanın kaçınılmaz olması sözkonusudur.
(sirkencubin, 11.01.2005 15:07)

akademik siesta / ekşi

öğrencilere yoklama kağıdını verip arka sıralardaki sote mevkiinize kurulmuşsunuzdur. hoca ışıkları kapatmış, slayt eşliğinde mırıl mırıl bir şey anlatmaktadır. içiniz geçer bir an, uyku ile uyanıklık arasında tuhaf suretler görünür.

yahut uluslararası bir kongredesinizdir, "benim gavurcam züpper" ayaklarına simültane tercüme olayına iltifat etmemişsinizdir. lakin sayın konuşmacı biraz farklı (!) bir diyalektle konuşmaktadır, giderek konudan kopar, rüyalar alemine doğru uçuşa geçersiniz.

başına gelen olmuş mudur bilmem, ama en ilginci şöyle bir şey olurdu: gece civcivlerinize slaytçıklar hazırlamak için saat bilmemkaçlara kadar oturmuşsunuzdur. derste hazırladığınız slaytları gösterirken, ayak üstünde gider gelirsiniz: "bu dönemin sonraki dönemlerden farkı, arkadaşlar, hmmm zzzzzzzzz... evet ne diyorduk!?"

sözlükteki varoş karşıtlığı / ekşi

kurgusal bir algılamadan kaynaklanır. şehri barbar sürüleri tarafından kuşatılmış kutsal bir şato gibi görmenin neticesidir. bütün olumsuzlukları başkalarına, "ötekine" yüklemek tabii bir insan davranışıdır, ancak çok da marifet değildir. bir kere hadiseyi kabataslak bir merkez-çevre çatışmasına indirgediğiniz zaman ortadaki olguyu kaybetmiş, onun yerine bir karikatür hakkında fikir yürütmüş olursunuz. tıpkı varoş kelimesiyle damgaladığınız çevrelerin zihninde de bir "biz ve onlar" ayrımının olması, onların da sizi kafalarındaki imajlara, karikatürlere göre algılaması ve suçlaması gibi... karmaşık ve hareketli bir sosyal ortamı bu kadar basit bir klişe ile açıklamaya çalışmak hatalıdır. bir kere "biz ve onlar" skalasını kafanızda kurdunuz mu, konuya sağlıklı yaklaşma imkanınızı kaybetmişsiniz demektir. bunun üzerine inşa edeceğiniz fikirler de hakikatle ilişkili olmayacaktır. hadiseyi bir şehirli-köylü veya merkez-çevre dikotomisine indirgememek gerekir. "bütün yabaniler oradan geliyor" türü ifadeler gibi, "aslında oradakilerin hepsi yabani değil; biz onlara değil, kötülüğe karşıyız" şeklindeki bir yaklaşım da çok sahih sayılmaz. sosyal tabakalar arasındaki hareketlilik çeşitli grupları birbirinden kesin çizgilerle ayırmayı imkansız kılacak seviyededir. diğer taraftan yaşanan medeniyet krizi, çevre kadar, belki daha da fazla merkezi de etkilemiştir. varoşu, kenar mahalleyi, kırsal, köyü bir tarafa bırakın da kentten bahsedin biraz. kentte, "şehirden", "medineden", "siteden" geriye ne kaldı? kent hangi değerleri üretti? insanlar ne verdiniz de alamadılar?
(sirkencubin, 02.01.2005 14:06)


konu varoşla değil de insanlığını kaybetmekle ilgiliyse, ona göre bir isimle anmak gerek. yoksa merkez-çevre çatışması kaçınılmaz oluyor. bunun yanında insanlığını kaybetme oranının merkez ve çevre arasındaki durumunu neye dayanarak söylüyoruz? hangisi ne kadar insan, nasıl ölçüp de biliyoruz? ayrıca merkez nerede biter, çevre nerede başlar? var mı böyle bir sınır? konu varoştan gelen insanların yaptığını hoş görmek-görmemek meselesi değil. elbette her suç cezalandırılmalı, her ahlaksızlık tepki çekmeli (bu tepkinin ardışık entylerle sözlükte sergilenmesi şart olmasa bile), kimse şu veya bu gruptan diye kayırılmamalı. ama çirkinliği "varoş" diye açıklamak, aynı zamanda kategorik olarak varoştan olmayanı kafadan aklamak ve sonuçta dolaylı olarak varoştan olmayanlar ne yaparsa yapsın hoşgörmek olmuyor mu? neye karşıysak onu kendi adıyla zikretmeliyiz. ne sistem kurbanlarını kayıralım, suç işlemişlerse, ne de sistemi işletenleri. ama burada görmek gereken başka bir şey daha var. söylemdeki bir karşıtlığın aksine, ortada bir ayrılık, karşı karşıya olma hali değil, bütünleşik olma hali, bir birlik var. varoş ve elitler diye iki ayrı bütünün çatışması yok, ortada tek bir yapı, tek sistem var. kent, "medinenin" değerlerini öğütmekle ve "sitenin" değerleri diye, oluk oluk kazurat akıtmakla meşgul bir değirmen ve sen, ben, o, şunlar, bunlar, yani "biz hepimiz", bilerek veya bilmeyerek, isteyerek veya istemeyerek, az veya çok bu işin içindeyiz, birer parçasıyız. vadinin derinliklerindeki çakal da, kayalara tünemiş kuzgun da aynı oyunu oynuyor. "kenarın güzelleri" de, şehrin kişizadeleri de aynı işin içinde. çamur lastiklere bulaşıyor diye, direksiyonun, egzantrik milinin böbürlenmesi ne ifade eder? ortada bir şey varsa, bunu el birliğiyle inşa ettik. kimin payının ne kadar olduğunun hesabı ayrı bir şey. ama her şeyi söylemenin bir üslubu var. birilerini karşınıza alır ve her şeyi haklı haksız demeden hepsinin üzerine yıkarsanız, üstelik bunu yaparken bir yandan da, o birilerinin içinde olmayan herkesin yünmüş yıkanmış olduğu gibi bir hava estirirseniz, sözleriniz incitici olmaktan, çatlakları derinleştirmekten başka işe yaramaz. her şeyin adını doğru vermek gerek.
(sirkencubin, 02.01.2005 16:00)

içki değmemiş bardak / ekşi

müskirat (hamr, alkollü içecek) saklanmasına ve içilmesine mahsus kapların kullanılması, ne maksatla kullanırsanız kullanın yasaktır, dikkat etmezseniz bir ihlalde bulunmuş olursunuz. tavayla ilgili bir emir olup olmadığını bilmiyorum, ama ben olsam ben de tercih etmezdim. bardağa işemenizle içine içki koymanız arasında fark yok ayrıca, her iki sıvı da necis. lâvabeuda ayak yıkamak gibi yani, mon ami, tiskiniyoruz yüssek müsaadelerinizle. muhteşem akıllarınızı kendinize saklayınız.
(sirkencubin, 12.01.2008 10:45)


"içinde haram içkilerden biri bulunan bir kap artık temiz yiyecek ve içecekler için kullanılmaz mı?

pis olan eşyayı, durumuna göre çeşitli temizleme yolları vardır. buna göre içerisine su çekme özelliği bulunmayan, cam, porselen, maden kaplar üç defa iyice yıkamak ve kurulamak suretiyle temiz olurlar. çömlek gibi su çeken kaplar ise pis bir maddeden temizlemek için yakmak ya da, içinde su kaynattıktan sonra ayrıca yıkamak gerekir.( kurtubi vi/78) sa'lebe'nin naklettiği bir hadiste denir ki; "ey allah'ın rasûlü, dedim.. biz ehli kitabın bulunduğu bir ülkedeyiz. ne yapalım, onların kaplarında yiyip içebilir miyiz?" çünkü onlar tencerelerinde domuz pişiriyor, kaplarında şarap içiyorlardı.( aynî xvn/211) buyurdular ki: "başkasını bulabiliyorsanız onlarda yemeyin, bulamıyorsanız onları yıkayın ve onlarda yiyin."( buhâri, zebâih 4,10,14; müslim, sayd 8; ebû dâvud, edâhi 23 ve başkaları)

bu hadise göre başka kapların bulunması halinde böyle pis kapların kullanılması mekruhtur. ama buna rağmen fıkıhçılar, yıkanması halinde -başkası bulunsun bulunmasın- bunda bir kerahet görmemişlerdir. bunu, allahu a'lem, şöyle anlamak gerekir: küffâr beldesindesiniz: onların kaplarınâ kısa bir süre ihtiyacınız olacak. bu durumda, varsa kendi kaplarınızı kullanın. kendinizin varken onlarınkini kullanmanızın gereği olmaz, kullanırsanız mekruh olur. ama her nasılsa içine pis bir madde konmuş olan bir kap atılmaktansa, yıkanıp kullanılması daha iyidir, onu kullanmak mekruh olmaz. çünkü malı zâyi etmek haramdır."

http://www.golhisarmuftulugu.gov.tr/...içki%20kaplari

(içine daha önce içki konmuş herhangi bir kap değil de, özellikle içki için tahsis edilmiş kaplar hakkında ayrı bir hüküm olacak hatırladığım kadarıyla, kaynağını hatırlar veya bulursam onu da yazarım)
(sirkencubin, 12.01.2008 11:39)


içki değmemiş bardak konusunda hassas olmanız, başka konularda hassas olup olmadığınız konusunda bir bilgi vermez. helalinden kazanıp yemeye dikkat eden biri bu konuda da hassas ise ne âlâ. yetim malı yemekten rahatsız olmayıp da bardaktan rahatsız olan varsa o bardağı kafasında kırmak gerekir elbet. (bu dini hüküm değil, kişisel görüşüm :b)

zaplar ho yana, zamanlar bo yana, marş marş!
(sirkencubin, 12.01.2008 11:48)

gazete ve kitaba ötv zammı / ekşi

yalan yanlis anlamak suretiyle saldirma refleksinin açiga çikmasina vesile olmus hadisedir.

konusmak gereken baska pek çok konu var elbette, bir kismi ilgili basliklarda bir miktar tartisilmis bulunuyor. kimse her seyi bilmek, her konuda fikir beyan etmek durumunda degil. ayrica birinin, birilerinin bazi yönlerini savunmanin veya bazi konularda haksiz ithama maruz kaldiklarini düsünmenin, bu kisileri her bakimdan savunmak anlamina gelmeyecegi de açik. ötv konulu bosbogazliklara, bu vesileyle de samimiyetsizliklerin, ikiyüzlülüklerin sergilenmesine tepki gösteren birinin, seka veya tübitakla ilgili konularda hükümeti savunmasi sart degil. insanlarin zihinlerine çöküp kalmis takim, kamp vb kavramlara biraz ters düsecek belki, ama insanin hem hükümete, hem hükümet karsitlarina karsit olmasi bile mümkün bu dünyada.

gerçi amerikalilar da kizilderilileri kesmisti, siz de haklisiniz.
(sirkencubin, 26.04.2005 12:44)


tünaydin, sevgili vatandaslarim

gazeta ve kitaba ötv zammi biraz yapilmis, biraz yapilmamis bir hadisedir. (bakiniz birada tanim yaptim.) çok infial ile kinadigimiz bir mesum gelismedir. (burada tükenmez kalemimi gözünüze sokuyorum, el aliskanligi saiki ile) esasen osman gazi büyügümüz bos bulunup pazar baci konulmasini kabul ettigi günden beri bu vergi denen nesne ile hiç yildizimiz barismamistir. (arkamiza yaslaniyoruz) esasen biz çin'den vergi almaya aliskin oldugumuz içün bu bize hayli giran gelmisdür. (halecanlanip yerimizde dogruluyoruz) lakin sevgili devletlularimizi bizlere ötv konusunu tartismak için bir firsat verdikleri için de mütesekkiriz.

hemmen bir (ara: ötv*) yapiyoruz. (yan taraftaki perdeye döndük)

yapiniz

ne görüyoruz: (tükenmez kalemle madde madde görsetiyoruz)

· alkollu ickilere ve tutun mamullerine otv zammi (2)
· cep telefonlarina yapilan otv artisi
· gazete ve kitaba otv zammi (35) (kalemi iki kere buraya vuruyoruz hafifçe)
· hurda otomobile otv indirimi (13)
· ickiye surekli yapilan otv artisi (6)
· otv (3) (bir kere de buraya, sertçe)
· turbana otv alinsin (4) (tekrar bir nomerolu kameraya dönüyoruz)

yapilmis ve yapilacak bilumum ötv zamlarindan ziyade, yapilmamis bulunan bir ötv zammini tartismis bulunuyoruz. vatana millete hayirli olsun efendim.

halbuki ötv (3) basligina çok güzel bir faciadir yazmak varken ne gerek var bunlara? (ellerimizi iki yana açiyoruz)

buyuralim soralardan bir yerden yakalim efendiler, sözlük askina... (kalem tekrar gözlere barnak)

· alkollu ickilere ve tutun mamullerine otv zammi (2)
· cep telefonlarina yapilan otv artisi
· hurda otomobile otv indirimi (13)
· otv (3)

saygilar, sevgiler...
(sirkencubin, 26.04.2005 13:34)

dindar kişilerin ateisti inançlı gösterme çabası / ekşi

öbür tarafından bakınca inançlarının farkında olmama sendromuna dönen fenomen. allah'a, peygamber'e inanmamanız, hiçbir şeye inanmadığınız anlamına gelmez. kıdem ve beka sıfatlarını doğaya, ilim ve irade sıfatlarını insan aklına ve kudret ve tekvin sıfatlarını her ikisine atfetmeniz, bahsi geçen konularda bir inanca sahip olmadığınız anlamına gelmez. ortak kabulleriniz, evrensel saydığınız değerleriniz inançlarınızdır. akla inanırsınız, bilime inanırsınız, insan haklarına inanırsınız, şu veya bu felsefeye, ideolojiye inanırsınız ve bunların hiçbiri son tahlilde bir dinden daha objektif değildir. adım adım geri gidip çünkü öyle dediğiniz noktalara tekrar bakın ve inancınızı keşfedin.
(sirkencubin, 10.01.2008 15:20)


ateistlerin inançlarını göstermeme çabasına uydurdukları kılıftır. kendi değer yargılarının sizinkinden daha objektif, daha aklî, daha bilimsel olmadığını itiraf ederlerse iktidarı kaybetme tehlikesiyle yüzleşeceklerini düşünürler. çoğunluk faşizmine karşı olma kisvesi altında azınlık faşizmini elden bırakmama manevrasıdır bu, anadolu'dan gelen vahşi türkleri, creme de la creme türklerin ve onların ulusalcı, sözde laik, palavradan sosyalist destekçilerinin parselledikleri alanlara sokmama kavgasıdır.
(sirkencubin, 10.01.2008 16:02)


muhataplarının laf anlamazlığı yüzünden gereksiz bir çabadır. diğer taraftan ateisti inançlı gösterme diye bir şey yoktur, inançlı olmayan birinin inançlı olduğunu ispatlamaya çalışırsanız, bu bir "gösterme çabası" olur, inançlarının farkında olmayan birini uyarmaya çalışırsanız olmaz.

1) pratikte formel mantık dediğiniz şey evrensel değil aslında, primer süreç düşüncesi diye bir şey var. ama ele aldığımız konular açısından bağlam dışı olduğu için yok farzediyoruz ve formel mantık evrenseldir diyoruz.

2) formel mantık tek başına bir işe yaramaz. onu işletebilmek için bir takım aksiyomlardan hareket etmek zorundasınız. ister tümdengelin, ister çay demleyip tümevarın, çuvallamadığınızın mutlak bir ispatı yoktur. niye öyle olduğunu galiba ateist başlığında ve kısmen de hz. muhammed (sallallahü aleyhi vesellem) başlığında yazdım daha önce, çay molasında oturun okuyun.

3) birtakım ispatsız varsayımlara dayandığı halde, bilimin verilerini pratik amaçlarla doğru kabul ederiz. bu bize ne sağlar? bu bize içinde yaşadığımız doğayı anlama imkanı sağlar, bu bize hayatımızı kolaylaştıracak araçlar üretme imkanı sağlar. bu bize ne sağlamaz? ahlak ve siyaset gibi alanlar için kullanılacak değerler sağlamaz. toplum hayatını düzenlemek için, bilimin nisbeten objektif ve de pratikte genelgeçer sayabileceğimiz verilerinin ötesinde bir düzleme ihtiyaç duyarız. bazı insanlar bu verileri dinlerden sağlar, bazıları da felsefi sistemlerden sağlar. sonuç olarak hepsi de inançtır.
(sirkencubin, 11.01.2008 10:02)

din karşıtlarından nefret eden dindar ahali / ekşi

burada din karşıtı derken ne kastedildiğinin anlaşılması önemli. dinsizlerden, dindar olmayanlardan nefret eden dindar ahali rahatsız edici duruyor, ama dinden ve dindarlardan nefret edenlerden nefret eden dindar ahali gayet normal bir ahali olsa gerek.
(sirkencubin, 28.03.2008 08:29)


nefret seviyesine ulaşsın ya da ulaşmasın, karşılıklı sorunlar, kısmen tarafların birbirini doğru anlamamasından kaynaklanıyor. özellikle kendilerini din karşıtı olarak konumlandıran insanların dindarların düşünce şeklini pek anlamadığını düşünüyorum, bu da sorunların şiddetlenmesiyle sonuçlanıyor. burda en önemli engel, epistemik özgürlük kavramının ıskalanması. din karşıtları konuyu kendi açılarından açıklamaya başladıkları zaman, bütün insanlar için ortak, evrensel ve tam olarak objektif bir zeminde durduklarını ve söylediklerinin, kendileri için ne kadar geçerlilik taşıyorsa dindarlar için de o kadar geçerlilik taşıması gerektiğini sanıyorlar, bu yüzden adil olduğunu düşündükleri bakış açısının bir dayatma olduğunu fark etmiyorlar. kısacası, felsefi anlamda bilimin ve aklın yolu diye isimlendirdiğiniz dünya görüşünün, dinsel dogmalar dediğiniz dünya görüşüne bir üstünlüğü yok. buna uymak zorundasın, çünki bu bilimsel ve akılcı dediğiniz zaman oluşturduğunuz etki, biri size buna uymak zorundasın çünki bu tanrının buyruğu dediği zaman sizde oluşan etkiye benzer bir etki.

din karşıtlarının sürekli ıskaladığı ikinci önemli nokta, dinin bir dindarın hayatında oynadığı rol. sürekli din bireysel bir hayat felsefesi, bir tür hobiymiş gibi davranılıyor. farzedin ki kafayı feng shui gibi bir şeyle bozdum, bütün özel hayatımı buna göre düzenliyorum, ama bu sadece ve sadece benim kişisel meselem, başka insanlarla ilişkilerime sınırlı olarak taşınabilir, toplum ve devlet alanına taşınamaz, bir tür işletim sistemi, ortak alan için bir düzenleme olamaz. din için tanınan alan da buna benziyor. oysa en azından bir müslüman için din bundan çok daha fazla bir şey. sizin sömürü ya da simge olarak algıladığınız birçok şey aslında bizim rutinlerimiz, ama kendi ülkenizin kültürüne o kadar yabancılaşmışsınız ki bazınız, neyi neden yaptığımızı anlamaya yaklaşamıyorsunuz bile. üstelik sürekli şüphe ediyorsunuz, bir şey anlatmaya kalktığımız zaman dinlemek yerine, kendi varsayımlarınıza göre bize kafanızda replik yazıyorsunuz. bu bağlamda din ve iktidar kavramı arasında kurduğunuz bağlantılar da çok gerçekçi değil, yahut paradigmadan paradigmaya tercüme edilirken anlam kaymasına uğruyor denebilir. sonuç olarak dindarları muhatap aldığınız zaman, onları teori alanında bastırmaya çalışmak yerine, teorik alandaki çözümsüz çelişkileri baştan kabullenir ve pratiğe yönelik bir uzlaşmayı hedeflerseniz, çok daha yapıcı olursunuz. pratikte neyin uygulanabilir olduğu konusunda fikirler o kadar da çelişkili değil, ama teori tartışmalarından buna bir türlü sıra gelmiyor.
(sirkencubin, 28.03.2008 16:53)


dindar ahalide nefret dinamiklerini ateşleyen, karşıt düşüncelerden çok, bu düşüncelerin eyleme dökülme biçimidir. kaldı ki birinin düşüncesinin bir başkasında nefret uyandırması da insani bir hal. misal düşüncelerim sözlük ahalisinin bir kısmının nefretini celbediyor olsa gerek ki oylaya oylaya butonları bozuyorlar bazen. dindar ahalinin kendisinden nefret etmesinden şikayet eden din karşıtı varsa, toplumsal tansiyonu düşürmek için iletişimin gerekli olduğuna inanılıyorsa, bunun yolu epistemik dayatma yönteminden vazgeçip ortak bir frekans aramaktır.

müslümanları bireylere indirgediğimizde neler olur diye bir soru soralım mı? dakka bir, gol bir. niye bireylere indirgiyoruz? dün akşam babama yeni neslin ahlak telakkilerini açıklamaya çalışıyordum, ne kastettiğimi anlatabilmek için biraz uğraşmam gerekti, bireysel ve ahlak kelimelerinin bir arada kullanılması, bu nesil için, ya da belirli çevreler için, bir oksimoron teşkil ediyor. bu düşünce türüne göre ahlak doğası gereği toplumsal bir şeydir. maalesef türkiye'de okur yazar takımının zihni tek kanallı çalışıyor, bu yüzden içinde yaşadıkları toplumun, birey-toplum dengesinde nerede durduğunu doğru algılayamıyorlar. kafalar tek bir sisteme kilitlenmiş, bu sistemin artı olarak kodladıkları artı olarak, eksi olarak kodladıkları eksi olarak algılanıyor ve bundan farklı bir durum olabileceği tasavvur edilemiyor. "daha bireysel" bir durum, "daha üstün" veya "daha doğru" bir durum değildir, her toplumun, her kültürün kendine ait bir karakteri vardır; bir toplumu, başka bir toplumun normali ile yargılamak hatadır. "daha bireysel" olmak, "daha sarışın" olmaktan çok farklı değildir. düşünce sisteminize yerleşmiş bulunan kültür daha bireyci bir toplumdan köken aldığı için, içinde yaşadığınız halkta bireycilik aramaktan, bulamayınca küçümsemekten veya toplumu daha bireyci yönde değiştirmeye yönelik mühendislik faaliyetlerine girişmekten vazgeçin, belki de karşınızdaki insanlar onları daha beyaz bir zenci olmaya zorladığınız için sinirleniyorlardır. "interdependant self" veya "identification" gibi kavramları hesaba katmazsanız, kendi toplumunuza trene bakar gibi bakarsınız ancak, "anladım yeldeğirmeni, ama suyu nereden geliyor" seviyesinde kalırsınız. bir düşünce biçiminin size ait bir düşünce biçimi olması için, kastettiğiniz anlamda kişisel, bireysel bir düşünce olması şart değil. kaldı ki, sayın moderenlerimizin düşünceleri de aslında çok da kişisel değildir, aranızda birkaç filozof olabilir belki, ama onları istisna edersek aslında serbest sandığınız düşünceler temelde yeniçağ düşünürlerinin görüşlerinin tekrarları, türevleri. şu dogmatik argümanını da bırakın artık bir tarafa. bütün düşünce sistemleri belirli dogmaları evirip çevirmek yoluyla elde edilen karmaşık totolojilerdir - totoloji değilse tutarsızdır. düşünmeye bir aksiyomdan başlamamak gibi bir şansınız yok, eleştirdiğiniz düşünce ne kadar dogmatikse, savunduğunuz düşünce de o kadar dogmatik. bunu gözardı ettiğiniz zaman, kendi dogmalarınızı dayatmış oluyorsunuz. düşüncelerin allah tarafından kazandırılmasından ne kastedildiğini anladığımdan emin değilim, ama böyle bir cümle kurmak hiç aklımdan geçmemişti. hayalinizdeki dindarlara hayali replikler yazmaktan vazgeçin de ne düşündüğümüzü bize sorun isterseniz, öyle daha verimli olur.

"aydınlanma'ya karşı din" denklemi, "budizm'e karşı şintoizm" denkleminden çok da farklı değildir. aydınlanma düşüncesi evrensel bir ortak zemin değildir, sadece farklı inançlardan bir tanesidir. budizm'e dayanarak şintoizm'i sorgulamak ne ifade ederse, aydınlanmaya dayanarak islam'ı sorgulamak da onu ifade eder. aydınlanma ispatlanmış bir gerçek, evrensel bir ortak zemin, diğer programların üstünde temel bir işletim sistemiymiş gibi davranmaya devam ederseniz, iletişemeyiz. budizm şintoizm'i ne kadar krize sokabilirse, aydınlanma da islam'ı o kadar krize sokabilir: hiç. düşünce sistemleri az çok kendi evrenlerinde izoledir ve başka sistemler tarafından çürütülemez. bir sistemi çürütmenin tek yolu kendi içinde tutarsız olduğunu göstermektir. sistemler krize girmez, ancak şartlara göre belirli sistemlerin insanları etkileme güçleri diğerlerinden fazla olabilir, bu da sistem mensuplarını krize sokabilir. sistemin krize girmesiyle mensuplarının krize girmesi aynı şey değil. moda örneğinden yararlanalım: farz edin ki bir adada, dünyanın kalanından uzak bir şekilde yaşıyorsunuz ve tekstil sektörünüz kimono konseptine bağlı. üretim, tüketim, pazarlama alanlarında oturmuş dengeleriniz var. mallarınız alıcıların bütün ihtiyaçlarını karşılıyor, her keseye ve her zevke hitap ediyor, hiçbir sıkıntınız yok, daha binlerce yıl bu sistemi sürdürebilirsiniz. fakat adaya kaftan-şalvar konseptine göre giyinen yabancılar çıkıp geliyor ve birden bire piyasa allak bullak oluyor. bir özenti dalgası toplumu yalayıp geçiyor, bir kesim hemen kıyafet değiştiriyor, bir başka kesim yeni kıyafetlere karşı şiddetli reaksiyon geliştiriyor, diğer bir kesim de kıyafet değiştirmek istemiyor, ama yeni kıyafetlerin etkisinde kalıyor, hakamalarını şalvar gibi kimononun altına giymeye başlıyorlar. insanların zevke dayalı tepkilerini hariç tutarak iki konsepti karşılaştırırsak, birinin diğerini iptal edecek bir tarafı yok, birbirlerine rağmen varolabilirler. hangisinin revaçta olacağını belirleyen tek faktör zevk dengesinin durumu. düşünce sistemlerinin rayicini belirleyen de, birinin diğerinden epistemik anlamda daha güçlü olmasından ziyade, hitap ettiği kitlenin zevk dengesi. estetik gibi inanç da sezgiye dayalı. islam, hristiyanlık veya aydınlanma dini arasında yapacağınız seçim, sezgisel kabullerinize bağlı, mantıksal bir çıkarıma değil. size bir aksiyomdan diğerine sıçrama yaptıracak bir tasım yok, birini seçiyorsunuz, sadece seçiyorsunuz. başka bir sistemin etkisinde kalıp çelişik iki sistemi uzlaştırmaya çalışan, kendi sistemini diğer sisteme göre açıklamaya çalışan kafası karışık insanların varlığı, sistemlerden hangisinin daha haklı olduğuna dair bir delil teşkil etmez. islam'ın kutsal kitabını, aydınlanma inancıyla sınamaya ihtiyacı yoktur. bilim doğa olaylarını araştırır ve kur'an bir fizik kitabı değildir. sizin bilime yüklediğiniz anlam, bilimin kendisinden fazla bir şey, bir inanç, bir tür din; bilim kilisesinin kendine güveni karşısında tereddüte düşen müslümanların varlığı sizi aldatmasın, benimsediğiniz sistemin, reddettiğiniz sistem karşısında epistemik anlamda bir üstünlüğü yok. evrim teorisini bir inanç şeklinde benimsemenizin sebebi, ilerlemeye ilişkin inancınızla uyumlu olması, doğaya bir anlam yakıştırma arayışında işe yarayan bir gereç olması, dünya görüşünüzü dayatmak için elverişli bir mazeret olması. bütün bilim teorilerini aynı hararetle savunmuyorsunuz, gazoz şişesini kutsal sayan yerliden ne kadar farkınız var, bir düşünün.

"musluman ahali modernlesmeye buyuk olcude karsi durdugu icin turkiye nin modernlesme sureci bazi kitleler uzerinde her daim huzursuzluk yarattı ve icten ice guclenerek zaman icinde bu gidisi degistirmek icin harekete gectiklerini biliyoruz."

so what?

şintoist ahali budizm'e büyük ölçüde karşı durduğu için japonya'nın budistleşme süreci bazı kitleler üzerinde her daim huzursuzluk yarattı ve içten içe güçlenerek zaman içinde bu gidişi değiştirmek için harekete geçtiklerini biliyoruz.

ne değişti?

"islamı bagnazlıga varan bir sekilde yasamayi tercih eden kitle"

sensiniz bağnaz. modernizmi bağnazlığa varan bir şekilde yaşamayı tercih eden kitlesiniz hem de. neyin dinimizin özünden geldiğini, neyin bağnazlığa varan bir şekil olduğunu öğrenmek için, acaba size mi danışmalıyız, peygambere mi? din denen şeyi ne sanıyorsunuz arkadaşlar? yapmayın böyle...

"neticede bugun, halen ulkenin islami sartlar ile yonetilmesinin en iyi sonucu verecegini dusunen buyuk bir kitle mevcut."

"walla allah göndermiş islam diye bir şey, ama modernizim daha iyi sonuç veriyor, tek yıkamada daha beyaz beyazlar, daha parlak renkliler oluyor, sanırsam allah yanılmış biraz" diyecek halleri yok ya?

"bir diger guruh ise bu kitlenin dinsel inanısını kendi icinde yasaması gerektigini ve spirituel felsefe ile ulke yonetmeye calismanın buyuk bir risk oldugunu, eninde sonunda bir felaketle karsilasilacagini one suruyor. "

konuşuyoruz konuşuyoruz, bir adım ilerleyebilmiş değiliz. anlatamadık, dini kendi içinde yaşamak diye bir şey yok, islam dini birey-tanrı ilişkisi yanında, birey-birey, birey-toplum, birey-devlet, devlet-devlet ilişkilerini de yönlendirir. uygulamayı birey-tanrı ilişkisiyle sınırlandırdığınız zaman, dinin diğer kısımlarını yasaklamış/ baskılamış olursunuz. spiritüel felsefe nedir ya? yoga veya feng shui ile islam arasındaki farkı anlamadınız gitti. neyse ki yavaş yavaş sadede geliyoruz. neyin risk olduğu, neyin felaket olduğu konusunda iki tarafın algıları çelişiyor olabilir. sizin risk dediğiniz her şeyin bize göre de risk sayılması gerektiğini düşünmekten vazgeçmelisiniz. ancak bu pasajdan işimize yarayacak bir malzeme çıkardık: tarafların risk algısındaki farklılık. unutmazsak bu noktaya tekrar döneriz.

"... ambargolarla karsilasmasina sebep olacaktir."

ambargo pratiğe yönelik bir argüman, teorik çözümleme için kullanılamaz. önce sadece türkiye'nin varolduğu bir dünyada yaşadığımızı farz edip, türkiye'nin gerçeği nedir, bunu bir anlayalım. sonra dış dünyayı hesaba katınca ne gibi ayarlamalar yapmak gerektiğini düşünürüz. ambargo tehdidi din konusuyla ilgili bir argüman olsaydı, engizisyon tehdidi de dünyanın dönüp dönmediği ile ilgili bir argüman olurdu. ne var ki dünya galile'nin ne dediğinden bağımsız olarak dönüyor, galile ambargo korkusuyla yutkunsa bile.

"anladıgım kadarıyla islam ilk donemlerinde bugun oldugu kadar bagnaz degilmis. "

anlıyor musunuz, anlamıyor musunuz, anlamıyorum, ama anlaşamadığımızı anlıyorum, nedir bu bağnaz dediğiniz? orijinal islam ile bugünki islam arasında fark mı var? ne farklar var? nasıl oluyor da din karşıtları, din konusunu dindarlardan daha iyi biliyorlar? mesela temel kaynakları daha iyi mi araştırmışlar? sistem dinamiklerini daha iyi mi anlamışlar, daha sağlıklı bir muhakeme mi yürütüyorlar? yoksa a sistemini b sistemiyle yargılama faaliyetinden, kendilerine bir evrensel kabul edilirlik payı mı biçmişler?

"asiri baskici bir yonetim sekline, insanları korkutarak nizama sokmaya calisan bir paradigmaya donusmus. siyasete alet edilmesi, ulke yonetmeye kalkismasi ve yanıtını veremedigi ko0nuların uzerini ortmesi ile ortaya cıkan cozemedigi problemi yok sayma anomalisi, ya da cozemeyecegi sorunu yok etme aliskanlıgı "

modernizmden bahsediyorsunuz değil mi?

düşünce sistemleri de, dinler de sihirli değnekler değildir. kendini değiştirme iradesi gösterebilen bir bireye ya da topluma, bunu nasıl yapması gerektiğini öğütleyen birer kılavuzdur bunlar. kılavuzluk eden prensiplerin yetkinliğinden bağımsız olarak, toplumsal potansiyeliniz neyse onu gerçekleştirirsiniz. aşmış bir toplumsanız, hangi sistem olursa olsun, aşmış bir versiyonunu üretirsiniz. dangalak bir toplumsanız, hangi sistemi uygularsanız uygulayın dangalakça bir manzara elde edersiniz.

"yani bizler sunu gorduk ki, insanlar [x]sel inanıslarını iclerinde yasayip toplum hayatının gobegine oturtmaya calismazlarsa [x]ler insanlık icin faydalıdır. ancak bir [x], insanların tumunun hayatını kosulsuz sartsız kontrol altina alma arzusundaysa ve ulkelerin de yonetilmesinde aynı zaruriyeti isaret ediyorsa, o zaman o [x] insanlık icin zararlıdır."

bu pasajda x yerine islam dinini koyarsanız, modernizm tarafından budanmış bir islam modeli elde edersiniz. x yerine modernizmi koyarsanız da, aşağı yukarı, islamcıların modernizm hakkındaki fikrini elde edersiniz.

"... aynı dusunceler isiginda tum hayatımızı kontrol etme cabası icerisine girerlerse bizim sadece dusuncelerimizin degil tum ozgurlugumuzun elimizden alinmasi da pesi sira gelecektir korkusuna sahibiz."

son durak kara toprak, şık bir çalımla sadede ulaştık nihayet. risk algılarının çelişmesinden bahsedecektik değil mi? endişenizi anlıyorum. ama bizim sıkıntımızı anladığınızdan emin değilim.

a ve b çelişen iki sistem olsun. a sistemini tam olarak uygularsanız, b mensuplarını bir miktar baskılamış oluyorsunuz. b sistemini tam olarak uyguladığınız zaman da a mensuplarını bir miktar baskılamış oluyorsunuz. ne yapmalısınız? bu sorunun cevabına giden yol, ne yapmamalısınız sorusundan geçiyor. yapmamanız gereken şey şu: b sistemi lehine konuşurken, a sisteminin risk algısı bölümünü silip, o kısmı b bakış açısıyla tekrar yazmak. a sisteminin risk algısı bölümünü b versiyonuyla değiştirirseniz, insanlara neyi risk olarak algılayacaklarını dayatmış olursunuz. zihninizde a sisteminin risk algısı bölümünün olması gereken yerde b projeksiyonu varsa, a mensuplarının neyi risk olarak algıladığını anlamanız mümkün olmaz. a sisteminin risk algısını b açısından bakıp önemsiz olarak kodlarsanız, elinizde sorunsuz, çelişkisiz bir b sistemi bulunduğunu sanabilirsiniz, ama bu yolla a mensuplarını sisteme kazandırmanız mümkün değildir. ateşkes, tolerans, işbirliği gibi bir hedefiniz varsa, bütün tarafların katılabileceği optimum bir düzene dayalı bir toplum sözleşmesi hazırlamak istiyorsanız, önce karşınızdakini anlamak zorundasınız. tartışa tartışa suyu çıktı aslında, ama pratik olduğu için risk algısı konusunu somutlaştırmak için kadın kıyafetleri konusunu örnek vereceğim. islamcılar için ergenlik çağına gelmiş herhangi bir kadının başını örtmesinin herhangi bir durumda engellenmesi gerçekleşmiş bir risktir. başörtülü lise öğrencisi, başörtülü üniversite öğrencisi, başörtülü memur, başörtülü milletvekili olması engelleniyorsa, baskı görüyorsunuz demektir. tehlike bir ihtimal değil, başınıza gelmiş bir şey demektir. diğer taraftan, nasıl size göre, bir kadın hakimin mahkemeye girerken başını açmak zorunda olması bir problem değilse, bana göre de bir kadın hakimin mahkemeye girerken başını örtmek zorunda olması bir problem değil. ne var ki burada konu, bana göre baş örtme mecburiyetinin bir problem olup olmadığı değil, baş örtme mecburiyetini bir problem olarak algılayan insanlarla aynı ülkede yaşıyor olmam. toplumsal huzuru sağlamak istiyorsam, karşımdaki insanların niye endişelendiğini, neyi bir risk olarak algıladığını hesaba katmak durumundayım. din karşıtları da, dindarların neyi risk olarak algılamaması gerektiği konusunda dayatmada bulunmaktan vazgeçmeliler, yoksa nefretin önünü alamazlar, karşılıklı taleplerin dengesini kurabileceğimiz bir düzenin oturtulması mümkün olmaz. dindarların din karşıtlarının endişelerini ve beklentilerini dikkate alması gerekiyor, din karşıtlarının da dindarların endişelerini ve beklentilerini dikkate alması gerekiyor. dindarların endişeleri ve beklentileri, din karşıtlarına göre bilimsel ve akılcı olmayabilir, ama din karşıtlarının neyi kendi sistemlerinde bilimsel ve akılcı diye kodladıkları, dindarlar için bağlayıcı değil. epistemik özgürlük farkındalığının olmaması bu yüzden sıkıntı doğuruyor, kendi düşünce sisteminizi ortak zemin saydığınız zaman çelişkileri kafanızda çözümleyebiliyorsunuz, ama bu toplumsal alanda bir çözüm üretmeye fayda sağlamıyor, aksine zararlı oluyor.
(sirkencubin, 31.03.2008 11:38)

depresif tembeller derneği

depresyondaki tembelleri bir araya getirmesi düşünülebilirse de, başvuru şartının başvuramayacak kadar yorgun olmak olduğu düşünülünce düşünülmese iyi olacak proje.
(sirkencubin, 02.02.2005 11:38)


bu yılki biannual toplantısının yerine 12 sene önce ertelenen toplantıyı gerçekleştirmesi beklenen dernek. mekan nargileli bir yer olacak muhtemelen, ama genel sekreter kış uykusuna yattığı için henüz kesinleşmedi.

muhtemel gündem:

*bezgin akademisyenin çalışma enerjisi
* kopon biriktirmekle doçent olma sürecinde assh. prof. unvanının irdelenmesi
* kış uykusunun bünyeye faydaları
* siesta vs fiesta
* antep fıstıklı bitter çikolata tüketiminin akademik yükseltmelere etkisi
* yayın mayın fani bunlar
* yaşamak düş görmektir
* zzz (bu konuda bildiri sayısının katılımcı sayısını geçmesi bekleniyor. fazla bildiriler poster olarak değerlendirilecek. toplantı bitiminde posterlerden uçak, kayık, napolyon şapkası, ayçiçeği çekirdeği külahı veya origami yapılacak. posterler için a4 ebadı ve 16-24 punto standardı aranacak.)

başvurular için:
yastık@yorgan.net
(sirkencubin, 22.11.2005 11:42)


son anda (an kavramının izafiliğinin irdelenmesi konusunda henüz bitemeyen çalışmamıza bakamayınız, özetle son n bin yıldır bir son anı yaşıyoruz cümleten) alınan bir kararla bundan sonraki toplantılarını telepatik konferans yöntemiyle yapmayı kararlaştıran dernek. tema ise "rüyalarda buluşuruz" şeklinde düzeltildi. genel sekreterin mayıs ayından önce uyanmayacağı belirtildi, hangi mayıs'tan bahsedildiği belirtilmedi.

efkarın gri-mavi tüllerinde akıp giden bir zihnin kaybolmuşlukta bulunmuşluğunun yekpare anından daha uygun bir ödül bulunamadığı için ödül konusu gündemden çıkarıldı. lakin çok ısrarlı olabilecek quasi-depresif üyeler için plaket yerine birer çay tabağı verilebilir. üzerine yazacak metni hazırlaması gereken arkadaş gaflet-i mestîde habîde olduğu için, genel sekreterin parmak basması ile yetinilecek. parmak izinin çay tabağında ne kadar kalacağına kafa yorulmayacak, şunun şurasında sınırsız zamana serpilmiş sonlu izleriz hepimiz.

sosyal program yerine sınırsız coffe-break planlanıyor.

bizi düşlemeye devam edin...
(sirkencubin, 22.11.2005 13:13)